24 Ocak 2011 Pazartesi

aristo, pollyanna ve ben, bir gün tümdengelirken...

psikoloji denen şey kanlı canlı bir mahlukat olsaydı eğer, hiç hayal gücü yok bu meretin, derdim. bir gün neşeli, bir gün depresif, bir gün bayık.. bir virüs misali senden bana, benden ötekine dönenip duruyor alemi. pek bir numarası yok yani. insan düşünen hayvandır diyorlar, düşündük de ne oldu? hepi topu birkaç moddan öteye geçemedik şükür. hayvan dediğin de sinirleniyor, acıkıyor, ürüyor ve saldırganlaşıyor; insan dediğin de. aradaki tek fark ifade edebilme becerisiyse eğer, evrim koca bir başarısızlıktan öte bir şey değil gibi duruyor. belki de baskıyı azaltıp yaşamı kolaylaştırmak adına, evrimin sunduğu seçenekler içinde en basit olanlarını seçmişizdir, kim bilir? yani baskın gelen, her zaman iç güdülere uymayı, öze ters düşmemeyi bağırıp duran alt benlikti. eh, ben de insanlıktan pek bir şey beklemiyorum artık zaten. kainatın her köşesine yol tabelaları dikeceği günler geldiğinde dahi aynı sığlıkta kalacağına kanaat getireli çok oldu. 

ama bu kadar basit değil sanki. ortama bu pessimist zehri yaydıktan sonra, dönüp arkanı gidemiyorsun. fikir beyan etme becerisine sahip nöronlarım ortada bir yanlışlık var dercesine kafatasımı dürtüklüyorlar: "birleştirdiğin noktalardan ortaya çıkan resim her seferinde şekil değiştiriyor, fark et artık moron!" aynı sayıda ve aynı yerde sabitlenmiş noktalar arasında çizilen doğruların toplamda aynı sonucu vermesi gerekmez mi? vermiyor işte, bu resim fazlasıyla amorf ve garip ama, kendinden bihaber bir iradesi var!


şapkanı önüne koyup, belki de, diyorsun o vakit; insan o kadar da sığ bir yaşam formu değildir. zaten öyle olsaydı anlamlandırılması da bunca meşakkatli olmazdı. sonuçta evren kendi kendini dölleyen paradoksal bir zincir ve tüm bu karmaşanın içinde bir yerde yeşermiş canlılardan da basitlik ummak fazlasıyla çocukça olur. konu insan olduğu vakit, baz aldığın referans noktalarından her zaman aynı doğruya ulaşamazsın. çünkü insan da kendi içinde bir paradokstur. tanımlamaya çalışırsak, biz hepimiz aynı çemberin etrafinda saf tutmuş canlılarız ve dalga bize her çarptığında bir adım atıyoruz. attığımız her adım başlangıç noktamızdan bizi uzaklaştırıyor gibi dursa da, bir o kadar da yakınlaştırıyor aslında. süreğen bir biçimde aynı yeri adımlıyor olsak dahi, sahip olduğumuz zihinsel dinamik her dönüşte farklı bir çıkarımda bulunabiliyor ve böylece, biz her dönüşte yeni bir bilgiye ulaşıyoruz.


tüm bunların ışığında, evrimin insanoğluna sunduğu en büyük armağan şudur diyebilirim: paradoksal ortamdaki bir hayvan, çıkış olmadığını defalarca deneyimlemesine rağmen, açık bir kapı bulabilmek için çemberin içinde dönüp dururken, aynı paradoksal ortamda kısılı kalmış insan bir süre sonra çıkış aramaktan vazgeçerek çelişkiden anlam çıkarmaya yönelecek, böylece paradoks sarmalını lehine çevirebilecektir. işte bu evrimsel yeti, belki de bir süre sonra insanın gözünü kendi içine çevirmesine, kendini bir de öğrendiklerinin rehberliğinde incelemesine fırsat vererek olumsuzluklarını bastırmaya çalışmasına neden olacak bir umut ışığına dönüşebilir.


peki ben bunları niye yazdım?

yarın söneceğini bildiğim halde, içine temennilerimi üflediğim bir mutluluk balonuna, bugünü bitirmemi sağlayacak güzel bir yalana ihtiyacım vardı, diyelim.. neticede sebep aramak paradoksun yapısına ters, elden birşey gelmez! şimdi balkona çıkacak, yağan yağmura karşı bir sigara yakacak ve şişirdiğim balon henüz sönmemişken, aşağıda koşuşturan insanlara belki geçici ama yine de huzur veren bir umutla bakacağım.





|

21 Ocak 2011 Cuma

yaşasın erkek bedeninin metalaştırılması!




abur cubur kültürüme yenesi bir tat daha girdi: biscolata. nedir bu biscolata? diyenlere yuh! demekten çekinmem ve fakat salyalarım akaraktan açıklamaktan da bilfiil haz alırım: reklamında cıbıl bünyeli taş gibi heriflerin salındığı, sırf reklamdan mütevellit alınması vacip yıldızlı püsküüt. 

ben ki reklamlar çıkınca kumandaya yapışırım, bu reklam yayınlanmaya başladığından beri ekrana yapışıyorum, toksam acıkıyorum, açsam iştah kabartıyorum okuyucu. hiç çekinmeden söyleyebilirim, ilk izlediğim andaki tepkim şudur: "o nasıl bi adonis kaslı mahlukattır, allahım sana dönüyorum yarabbim!" (reklamı izlerken heriflerden birine istem dışı göz kırpmış da olabilirim, ne var?!) keşke gerçek hayatta da beyle beyle adamlar elinde sütlen püsküütlen gelip beni beslese, el sallasa, göz kırpsa civanlar, sevse beni.. beyaz önlüklü, ciscillop adamların etrafa sevgi saçarak, öpücük atarak çikolata erittiği bu yer neresidir? bilen varsa hak aşkına söylesin, gidip yer felan silmeye razıyım yeminlen.

sonuç olarak; hedeflenen kitlenin bir bireyiyim ve "işte görmek istediğim reklam bu!" diyorum. sahilde dondurma yalayan, çubuk krakerin sesini duyunca oryantale başlayan 90-60-90'lık hatunlara hayır lan!  reklam sektöründeki elemanları en nihayetinde kadınları da hatırladıkları için tebrik ediyor, en fazla biscolata yiyene en tanrısal olanından bi adet herif vermeyi içeren bir kampanya falan yaparlarsa ilk destekçilerinden olacağımı arz ediyorum.


afallamaktan doğan edit: bugünkü istatistiklerimde google'dan düşenlerin hayli büyük bir artışı varmış, biraz önce farkettim. arayanları sayfama yönlendiren kelimeleri şöyle sıralayabilirim: 

"biscolata reklamındaki erkekler türk mü?" 
"my sweet biscolata"
"biscolata işçileri"
"biscolata reklamı erkekleri" 
"seksi biscolata reklamı" vs..

hormon bezlerindeki östrojenin tetiklenmesine ne kadar aç bir millet olduğumuzu da böylece anlamış bulunuyorum okuyucu; hayretler içerisindeyim..

19 Ocak 2011 Çarşamba

medet ya roche!!!

ergenlik döneminde yaşadığım hormonal dalgalanmalara dahi pek bir tepki vermeyen kuru cildim ne hikmetse yağlanmış durumda ve ortaya çıkan nahoş sonuç tam da şu: sivilcelendim! 


bunu söyleyebilmek için hayli zor ve kompleks aşamalardan geçtiğimi de bu arada itiraf etmem gerekiyor sanırım:


aşama 1 (inkar): 


a kişisi: aaa ne olmuş senin yüzüne böyle şeker, sivilceler falan?


ben: hıh!!! ne sivilcesi canım, bildiğin alerjik reaksiyon! yaz dönemi tabii, artı küresel ısınma diye bişey var di mi? hem ben de hassas bir insanım neticede. geçer geçer..


aşama 2 (sevgiliyi suçlama):


sevgili: ama ben film izlemek istemiyorum yavru kuşum, kafam çok dolu. başka bir şey yapsak ya, ne dersin?


ben: hayır, derim! bak yüzüme, yüzüme bak! niye çıkıyor sanıyorsun bunlar? hep sinir hep stres! totalden senin suçun! şurda iki satır kaliteli zaman geçirelim diyorum, ama beyefendi çok yorgun. nasıl geçecek peki bunlar? geçmeyecek! hepsi ayrı bir asabiyetten yadigar tabii, hiç geçer mi?!! vır vır da vır vır.. vır vır da vır vır...


sevgili: ???!!


aşama 3 (kabullenme):

yaşça büyük b kişisi: ablacım bak, sen beni dinle. alerji falan değil bunlar, cildinde bir sorun var senin. git bi cildiyeciye..


ben: hastane işi sevmiyorum ben abla, doktor deme bana ya..


yaşça büyük b kişisi: güzelim, akne tedavisi nedir ki? gideceksin bir-iki test yapar belki, sonra ilaç yazar; bu kadar! beş dakikalık iş. biraz daha ertelersen doktor roaccutane'a başlatır seni bu gidişle..


ve başlattı da zaten... gerçi o da ayrı bir sinir harbi oldu hayatımda. beş yılda bir hastane yüzü görürsen, doktor seçmeyi de beceremiyorsun haliyle...


ben: iyi günler?


doktor: yüzün için mi geldin ablacım?


ben: haydaa.. ya ne dangıl dungul bi adam çıktın sen, hayret bişi. şimdi bu soru baştan faul olmadı mı yani?


doktor: (sağırı oynamaktadır) hmm evet, yüzün problemli. sen şu kan testini yaptırıver, sonra görüşelim.


iç ses: tut kendini mefisto, katil olma! 


(test sonrası...)


doktor: evet, roaccutane yazıyorum ablacım. bir ay sonra gel, bi daha test yapalım.


ben: tamam da, niye çıkmış yani bunlar? sinir mi, stres mi, çekirdek mi, nedir?


doktor: benim 40 yaşında hastam var ablacım, senin yaşın kaç ki? çıkacak tabii..


ben: ya tamam da, neyi yanlış yaptım ben? bileyim de tekrar yapmayayım değil mi? hem benim sivilcelerimden öyle büyük bir devlet sırrı felan olmaz yani, saklamaya gerek yok.


doktor: sen takma kafana bunları ablacım.

iç ses: hay ablan kadar taş düşsün kafana!


ben: peki ben şu, şu, bi de şu ilaçları kullanıyorum ayrıyeten. zararlı bi etkileşimleri falan olur mu roaccutane'la?

doktor: yok olmaz. (duraklama) hem onlar da ne ki?


ben: (nevri dönmüş bir şekilde) allah şu anda belanı vermiyorsa eğer gerçekten de yok demektir, duydun mu doktor?! münafıklığımın en büyük sebebi sensin bundan böyle.. hipokrat çarpsın seni, e mi?!


sonuç : çok sinirliyim okuyucu, bildiğin gibi değil. hepinizden nefret ediyorum! senden, senden, ve evet sen mavi kazaklı, senden de nefret ediyorum! fotoşoplanmışcasına pürüzsüz ve parlak suratıyla salınıp duran herkesten nefret ediyorum, tamam mı?!

15 Ocak 2011 Cumartesi

Seninki kaç santim?

Bugün dünya denizlerindeki büyük balık türlerinin yüzde 90'ı, toplam balık türlerinin ise yüzde 60'ı tükenmiş durumda.

2050 yılına geldiğimizde ise dünyadaki balık stokları tükenecek. Türkiye'de durum farklı değil...Balık stoklarımız ve balıkçılık can çekişiyor. Endüstriyel avcılık arttıkça, yumurtlama zamanları ve yerlerinde avlanıldıkça balık stokları hızla azalıyor, balıklar azaldıkça daha çok yavru balık avlanmaya ve satılmaya başlanıyor. Yavru balık avlandıkça ve satışı devam ettikçe de türler üremeye fırsat bulamadığı için durum daha da vahim hale geliyor.

Küçük Balık Yoksa Büyük Balık da Yok!

Henüz üreme olgunluğuna, boyuna erişmemiş yavru balıkların avlanması, satılması, tüketilmesi deniz kaynaklarının ziyan edilmesidir. Olgunluk çağına gelen bir balığın her yumurtladığında binlerce balık ürettiği unutulmamalıdır. Her canlı en az bir kez üreme hakkına sahiptir, ve eğer yarın da denizlerimiz de balık türleri olmasını istiyorsak acilen balık boylarına önem vermeliyiz. Ayrıca anaç balıklar boyut olarak büyüdükçe daha da fazla yumurta verirler, işte bu yüzden balıklar için her cm. hayati derecede önemlidir.
Türkiye'de avlanması ve satılması yasal balık boylarına uyulmadığını balık pazarlarında gördüğümüz yavru balıklardan anlamak mümkün. Örnek mi? Lüferin en az bir kez üreyebilmesi için minimum 20 ila 24 cm'e ulaşması gerekirken bugün yasal avlanma boyu 14 cm olarak verilmiştir. Yani aslında yavrusu olan çinekop boyu. Aynı şekilde palamutun üreme boyu 38 cm ila 42 cm arasında iken yasal avlanma boyu 25 cm dir!
Bu durum açıkça gösteriyor ki, denizlerimizdeki biyoçeşitliliğin korunmasını sağlayacak ciddi bir yönetim planına ihtiyaç duyulmaktadır. Ticari balık türlerinin yumurtlama ve gelişme alanlarının deniz rezervi olarak korunması da en etkin yöntemlerden biridir. 
Hep birlikte, Tarım Bakanlığı'nın acilen balık stoklarının ve balıkçılarımızın geleceği adına yavru balık satışını engellemesi ve yasal balık boylarını bilimsel temellere oturtmasını sağlayalım. Yavru balık satmayın, almayın, tüketmeyin, denizlerimizin geleceğini korumaya yardım edin. 
 
Eyleme katılın!

alıntı:



13 Ocak 2011 Perşembe

allahıma bana bi darlanma geldi açılın lann!!!



- bu çinlilerin hepsi aynı anda zıplasa bilmem kaç büyüklüğünde deprem oluyormuş, peki hepsi aynı anda yellense kimyasal silah mı olacak? 

- madem isa geri gelecekti, kuran neden indi ki? kıyamet günü inananların hepsini peşine takıp cennete götüreceği sözünün verilmesinden birkaç yüzyıl sonra esas oğlanın aslında bir başkası olduğu anlaşıldığında kendini kandırılmış hissedip cebrail’in omzunda ağlamadı mı? cebrail’den de dert ortağı olmaz ki arkadaş, bildiğin ispiyoncu..

- canlı yayına bilmem nereden bağlanan muhabirler niye sunucu soru sorarken kafa sallarlar? sağır olmadığını ispatlamak için mi?

- ugg botları icat eden arkadaşa torna tesviyede kariyer teklif ediyorum. patik mi ayakkabı mı nedir yani bunlar?!

- “tükürürüm böyle sanatın içine!” ekolünden gelen başbakan istemiyorum!

- denize nazır mekanlarda içki yasaklanmış. yakamoza bakıp bakıp tefekküre dalarım artık, neyleyim?

- bu fikri akyüz denen şahsiyet neden her tartışmanın içinde arkadaş? hayır, bir bünyeye bu kadar da yüklenilmez ki. asabiyetten kalp krizi geçirirsem cenaze masraflarını bu çok bilmiş ödesin, vasiyetimdir!

- “arakibutirofobi” diye bir şey var güzel kardeşim, yerfıstığı yerken damağına yapışma olasılığından korkan insanların latince genellemesi kendileri. allahım ben neden bu kadar kompleks bir insan olamıyorum, yoksa geçirdiğim evrim yontulmaktan mı ibaret, demekten alamıyorum kendimi.

- “rezidans” namlı apartmanlar dikiyorlar, içinde hizmetçi odası falan var. imtiyazsız, sınıfsız bir halk hayalimin üzerine kürek kürek ölü toprağı atılmış, depresif bünyeme xanax neylesin?!

- beş para etmez kanunlarını bize dayatan murphy adlı şahsiyete teessüflerimi sunuyorum buradan. canım kardeşim deli misin yoksa psikopat mı? hem buldun da bizi dertlere gark etmekten başka ne işimize yaradı yani? her halükarda ters gidecek bir hayatta cırmalamanın mantığı nedir ya?!

- yeni bir buzul çağı gelecek, diyorlar; insanlık cro-magnon ataları kadar azimli bir yaratıcılıkta mı olacak yoksa “nerde bu devlet?!” diye çığrışacak mı, sosyal psikologlara sorasım var.

- hayır dediklerimin listesini yaptım, evetlerimden fazla çıktı. bu durumda ben anarşist miyim yoksa darbeci mi; cevap bekliyorum sayın başbakan!

- yılbaşında aldığım biletlere amorti bile vurmadı. buradan isviçreli bilim adamlarına sesleniyorum: anti maddeyle oynayacağınıza bahtsız genlerime merhem olun, ilk kazandığım ikramiyeyle cern’e cami yaptırmazsam benden adisi yok!

- o değil de, vallahi billahi çok mutsuzum, her an yumurta atabilirim; biri beni durdursun!!!


8 Ocak 2011 Cumartesi

2010 (yazıyla: iki bin on)... peh!!!


2010, çocukluk hayallerimin bir kez daha yıkıldığı yıldır aslen. çünkü henüz masum bir sabiyken hollywood menşeili bilim kurgularda kulak tırmalayan cızırtılı efektler eşliğinde utanmazca şahlandırılan hayal gücümde yarattığım ben, tam da bu yıllarda evin içinde evcil hayvan misali gezinip duran, huysuz ama tatlı bir robotla çekirdek çitliyor olmalıydı. okuduğum kitapların da filmlerden aşağı kalır yanı yoktu gerçi. örneğin, arthur c. clarke'ın kaleme aldığı  bir uzay efsanesi serisinin ikinci kitabı bir kaç gün önce geride bıraktığımız 2010 yılında geçer. fakat yazarın kitapta bize sunduğu dünya apayrı bir gelişmişlik düzeyi içindedir: insanlar uzayın derinliklerini keşfetmeye ve başka medeniyetlerle iletişim kurmaya başlamıştır,  ileri düzeyde yaratılmış yapay zekalar cinayet zanlısıdır ve hatta insanlar gibi düşünüp hissedebildiklerine dair şüpheler vardır, v.s..   

ve fakat milenyum eşiğini aşmamızın üzerinden on yıl geçtiği halde aya taş toplamaya gittiğimiz yerde saymaktayız hala. perdemi açtığım vakit ayağını yerden kesmiş arabalar bir yana, hala motorunu bir kaç misli fazla bağırtmayı marifet zanneden  magandalar bulmaktayım. bol bol yiyerek fit kalmanın yolu hala bulunabilmiş değil ve sırf bu yüzden nüfusun yüzde yirmisi sıfır beden olma uğruna anoreksik, yüzde yirmisi mütemadiyen rejim yaptığı için depresif, geri kalan yüzde altmışlık kısımsa koy götüne rahvan gitsin modunda yaşamakta. toplu taşıma araçlarının yerini kontrollü ışınlanma noktalarının alması için bir bin yıl daha geçmesi gerekecek galiba.

kısacası fena halde kandırılmış, masum hayallerimle acımasızca dalga geçilmiş hissediyorum. ölmeden bilimkurgusal bir şey gösterin lan bana! neymiş, ayda su bulunmuş, mars'ta da uzaylı bakterilerin yaşıyor olma olasılığı yüksekmiş! ne yapalım yani? sırf uzayda diye, sırf bilimum canlının bağırsağını mesken tutmuş canlıların farklı bir formasyonu diye oturup bir grup tek hücreliyle yarenlik mi edelim? bol keseden tasvir ettiğiniz geleceğimden bir parça istiyorum ben; ne bileyim, kendi kendini formatlayan, çak bi beşlik! yapabileceğim bir bilgisayarım felan olsun mesela.. sene olmuş 2011, hala akaryakıt fiyatları, hala türban, hala ergenekon... yaşama arzumu söndürdünüz, hayatı zindan ettiniz cümleten. allah belanızı versin diyor ve eldeki imkanlara dayanarak yaşadığımız son bir yılın hiç de keyifli olmayan özetini sunuyorum:

yılın skandalı : mavi marmara baskını

yılın eli kanlısı : israil

yılın olayı : wikileaks'ten sızan ABD kriptoları

yılın adamı : julien assange

yılın yedikçe doymayanı : isviçre'de 8 ayrı hesabı olduğu anlaşılan tayyip erdoğan

yılın fos çıkanı : barack obama

yılın başkaldırısı : tekel direnişi

yılın saç baş yolduranı : KPSS kopya skandalı

yılın terör silahı : yumurta

yılın menemenleri : burhan kuzu, egemen bağış

yılın "nihayet"i : deniz baykal'ın chp yönetiminden ayrılması

yılın yalancısı : ABD'nin columbia üniversitesi'nde "türkiye'de internet sansürü olmadığını, bazı internet sitelerine erişememe konusunun vergi kanunlarının yetersizliğinden kaynaklandığını" söyleyen abdullah gül

yılın dangalağı : "eşcinsellik hastalıktır, tedavi edilmelidir" sözüyle kadın ve aileden sorumlu devlet bakanı aliye kavaf

yılın temcit pilavı : türban

yılın en büyük yalanı : anayasa değişikliği

yılın balonu : kürt açılımı

yılın içi boşaltılanı : demokrasi

yılın seçim rüşveti : elektriksiz köye dağıtılan buzdolabı

yılın kadrolu yalakası : nazlı ılıcak, fikri akyüz

yılın elleri kırılasıcası : işçilere ve öğrencilere allah devlet ne verdiyse girişen polis

yılın dili kopasıcası : "ilk önce öğrenciler saldırıyor. polisin yaptığı meşru müdafadır!" buyuran içişleri bakanı beşir atalay

yılın çevre felaketi : meksika körfezi'ndeki BP petrol platformunda yaşanan sızıntı

yılın yürek burkanı : pakistan'da 3 milyon 2 yüz bin insanı etkileyen sel ve haiti'de yine yaklaşık 3 milyon kişiyi etkileyen deprem felaketi.

yılın salağı : akademik özgürlüğün sınırlarını öğrenmek amacıyla bitirme tezi için kampüste porno çeken öğrenci

yılın sevişgeni : beren saat

yılın her para veren kıçı öpeni : reklamcılık başarısı filmiyle fethullah gülen'i kamuoyu nezdinde aklayan mahsun kırmızıgül

yılın boş konuşanı : nihat doğan

yılın hayal kırıklığı : lost finali

yılın filmi : inception

yılın kitabı : haliç'te yaşayan simonlar / hanefi avcı

yılın klişesi : taksim meydanı tacizcileri

4 Ocak 2011 Salı

mr. muscle nerdesin?!!

nankör iştir ev temizliği. bir köşeyi temizleyene kadar diğeri kirlenir, orayı toplayayım diye koşuştururken koridor ayak izlerinden görünmez hale gelir v.s.. küçük yaştan itibaren edindiğim bu farkındalıktan olsa gerek, ev temizliğinde hiçbir zaman pek gönlüm olmadı. öğrenciyken kolaydı tabii. insan tabiatının değişmez kurallarındandır çünkü, öğrenci evinde hayat sefalete kaçan bir pratikte yürür. örneğin;

- asla sofra bezi kullanılmaz! kültürlü bir arkadaşın daha önceden aldığı ve elden ele geçerek okunduğundan ağzı burnu kaymış her türlü matbuatın, pratikliği ve "en son ben yıkadım, sıra sende olm!" türü ağız dalaşlarını önleme kabiliyeti olduğundan, sofra bezinin en iyi muadili olduğu düşünülür.

- ufak tefek olanlar hariç, asla çamaşır yıkanmaz! evi yakın bir arkadaş ya da hayırsever bir komşu teyze bulunur, hafta sonlarında tüm kirli çamaşırlar ona teslim edilir.

- dağınıklık asla tam manasıyla toparlanmaz, sadece göz önünden kaldırılır! tüm gereksiz öteberinin tıkıştırılacağı bir dolap mutlaka vardır. bu işlem toparlanacak bölge kendi odandan ibaretse beş dakika, bütün evi kapsıyorsa en fazla on beş dakikanı alır.

- bulaşık asla günlük periyodlarda yıkanmaz! her öğrenci evinin mutfak kapısına üzerinde günlere göre bulaşık sıralarının belirtildiği listeler asılır ve fakat bu iş aylık, hatta tabak çanak sayısının bolluğuna bakılarak bir buçuk aylık periyodlarla görülür.


......



ama tabiri caizse artık eşşek kadar olmuş bir insan evladıyım ve öğrenciliğin yazılı olmayan kanunlarına göre yaşamak bana yakışmaz; hem de annekadının eve gelişi bunca yaklaşmışken! annem benden umudunu keseli çok oldu gerçi. o beni değiştiremeden ben onu kendime benzetme çalışmalarına çok önceden başlamıştım zira..

- bi zahmet uyanıversen diyorum. evin yarısını temizledim, sen hala horul horul.. hayır, bu kadar gürültüye bakkal hasan bile "bahar temizliği var galiba, deterjan neyin yolliyim mi yinge?" diye telefon açtı, sen nezaketen gözünü açmadın!

- ya tamam kalktım işte. ama bak ne diyorum sultanım, bırak şimdi temizliği de, ben ikimize birden tavşan kanı birer çay doldurayım, balkonda keyif yaparız. hem istersen kuşlara çekirdek bile atarız, ne dersin?

- çek yorganı kafana da uyu derim, hiç olmazsa sinirime dokunmazsın! kız olacak bir de..

böyle işte.. ayrı eve çıktığımda da değişen bir şey olmadı pek. nasıl yapar bilmem ama benim annem temiz evi kokusundan anlar. daha dış kapıdan ayağı girmeden burnu girer, şöyle bir koklar ve yüzünü ekşiterek babama yönelttiği nazarlarına "e ben demiştim zamanında bu çocuğu aldıralım diye. bi tanesi neyine yetmedi, bilmem ki?!" imalı bir bakışla cevap aldıktan sonradır ki içeri adım atar. bu ritüel asla değişmez, asla eskimez...

ama şimdi diyorum ki, annekadına "benden vazgeçme!" temalı bir mesaj vereyim, bütün evi hiç üşenmeden dip-bucak temizliğe tabii tutayım. sonra da kapı aralığından uzanan burnunun şaşkın kırışıklarının resmini mantar panoma asayım. 

melekler mi dürttü, nedir? 

ben yeni yıl coşkusu diyeyim, siz amiyane tabirle göt korkusu deyin! hayırlısı tabii..

3 Ocak 2011 Pazartesi

gerekçeli özür



neden buradayım?
"burada, elimde acı kahve ve sigara, üzerimde çok giyilmekten eprimiş pijamalarımla bu odadayım?" değil kast ettiğim, bu değil.
daha çok...
daha geniş bir bakış açısıyla bakıyorum kendime. ve soruyu düzeltiyorum:
"neden bu şekilde konumlandım hayata?"

insana musallat en klasik, en sıkıcı ruhsal bunalımlardan birinden çıkmak üzereyken yeniden yazıyorum. daha çıkmadım sayılır evet, son çığlıklarımı atmadım daha. sayrılanmak gibidir yazmak, ateş düşürücü, mahrem ifşa edicidir. lakin ifşaat sevmem ki ben! yayınlamaksa, komplike bir delilik.. başkaları diledikleri kadar silebilirler burunlarını üzerime de, ben kimsenin üstüne burnumu silmem!

en hayati olanlar hariç tüm sosyal bağlarını atmak denilebilir bu ruh haline; bir adım daha atsan gemileri hiç acımadan yakarsın. fonda insanlar geçer, mekanlar geçer, gece ile gündüz mütemadiyen yer değiştirir ve sen kendinin bile anlam veremediğin boş bakışlarla hep aynı ifadesiz noktaya bakarsın. yazmak, okumak, konuşmak, içmek gereksiz fasilitelere dönüşmüştür ve sen sokağa her gün depresyon bulaşığı gözlerinle çıkarsın. hayatınla ne yapacağını bilemezsin bir dönem; iş, para, idealler ya da hayaller... destek aldığın tüm odak noktalarını kaybetmişken, diğerlerinin ne manası kalır?

"neden buraya konumlandım ki ben?!"

gerçek ve rüya algıların birbirine girmiştir, kimse bir işaret vermez sana, veremez. KPSS değil ki bu; yaşamak işinde kopya çekilmez..

"susmak" derim ben.. yegane panzehiri kendi başına kalmaktır, kalırsın.

ve bir gün, hangi kutlu itkiyle bilinmez, kendi kulağına fısıldarsın: 

"sayrılanmak iyidir; refleks icabı da olsa, hayata icabet etmektir. hiç olmadı, tepki verirsin. susmaksa, karanlık bir eylem; içinden ne çıkacağını bilemezsin.. tökezlediğin çukuru bunca sevme, ne lazım? kustun kusacağın kadar, artık yeniden zehire maruz kalabilirsin."