25 Ocak 2010 Pazartesi

vasfı ödülünden menkul blog: giriş ücretlidir!


 duyduk duymadık deme okuyucu, artık benimde bir ödülüm var. bildiğin vasıflı blogırım ben. hiç beklemezdin değil mi? yalan değil, ben beklemezdim cidden. ama sevgili kırmızı adam beni sunshine award'a layık görmüş, teşekkürü borç bilirim. 


ödülü aldım da, ne yapacağımı bilemedim pek. izlediğim bloglarda sıklıkla rastlar, blog sahibini kutlar, sonra da giderdim efendi gibi. şimdi öğrendim ki, bu ödül işi gün ışığına ayna tutmak misaliymiş. kırdığın ışığı seçtiğin 12 kişinin bloğuna yansıtıyormuşsun. velakin ben kimseyi seçemedim. hassas bi kişiyimdir ben, kimseyi gücendirmek istemem. hem zaten şu dünya üstünde bir şeyde karar kıldığım vaki olmamıştır. misal beş tane kazak beğensem, birini seçip de "bu olsun!" diyemem. iki saat düşündükten sonra hepsini alır giderim; esnaf kısmının en sevdiği, tezgahtarlarınsa nefret ettiği müşteri tipiyimdir anlayacağın. yani benden bir eleme yapmamı beklemek biraz zalimce.

o sebepledir ki, güneşin önüne 12 ayna dizdim; isteyen üzerine alınıp kendine çevirebilir. çekinmeyin, buyrun rica ederim..

17 Ocak 2010 Pazar

yere tükürenlerin suratına tükürcem!


"hiii! ne güzel bir gün bu var ya.. o kadar yağmurdan sonra böyle bir güneş.. bu gün kesin çok güzel geçecek!" 

böyle deyip çıktım ben dışarı bugün. her sabah söylediğim cümlelerden de değil bu ha. söylemem çünkü. tarzım değil.. ama bu güzel bir gün. yol da öyle, sessiz sakin.. onca yağmurun ardından temizlenmiş gibi sanki, pırıl pırıl. her zaman gördüğüm binalara ilk kez görüyormuş gibi bakıyorum suratımdaki aptal sırıtışla, havaya bakıyorum arada, kuşa bakıyorum, karşıdan gelen adama bakıyorum.. aaa adam durdu, bi de iki-üç saltolu bir balgam fırlattı önüme doğru.. hayır o kadar sinirlenmesem stiline hayran kalacağım resmen!


+ ööaağğğrrktuuu!!!
- ooo-haa! lan bari susturucu tak, bi önlem al hayvan!
+ hö?
- sana diyorum sana.. kocaman adamsın, utanmıyor musun yerlere tükürmeye?
+ boğuliim mi bacım?
- boğul mümkünse! hayret bişi.. hem nereden bacın oluyorum senin? genlerimiz birbirine uzaktan selam bile vermemiş çok şükür!
+ ya git işine. tövbe tövbe.. harrrk tu!
- ya bak gene tükürüyor. kime diyorum ben? sok bakiim o salyayı geri yerine. ağız değil, gayya kuyusu mübarek. her türlü melaneti dışarı salıyor! sok diyorum hemşerim. seni var ya, karantinaya alıp, topumuzu da aşılamalılar bi güzel.
+ bela mısın bacım ya?
- asıl bela sensin. kalkmışım ne güzel, dağa taşa gülümsemişim. kalbim çarpıyor böyle pır pır bahar görmüş dana gibi. sonra sen gelip içine tükürüyorsun güzelim günün! domuz gribi felan diyorlar ya, yok öyle bişii. domuza yazık, sen varken.. insan gdo'lu lama!
+ küfür mü ettin sen?!
- yok etmedim, ama edeceğim az daha tükürürsen.
+ bak zaten ufak tefek bişeysin, belanı arama. git işine bi ya..
- yok öyle yağma. sen var ya her tükürdüğünde benim ömrümden bi on sene gidiyor be! ne hakkın var hayatımı sabote etmeye?!
+ la havle. tut kendini fatih, katil olma!
- tutmasan ne olur ki fatih? bıktım senin gibilerden yemnederim. balgamınıza basmayacağım diye seksek oynar gibi zıplamak zorunda mıyım ben yürürken? hayır, bizim de tükürüğümüz var di mi? salıyor muyuz biz ortalığa görmemişler gibi? yooo! efendi gibi yutuyoruz netekim. sen var ya fatih, öl sen en iyisi, valla bak. herkese faydan dokunur yeminlen.
+ ehh yetti be! hadi gülüm hadi yaylan! hatta beğenmiyorsan geçme sen buralardan bi daha!
- aaa kimin mahallesinden kimi kovuyorsun be? hem sen şimdi sallıyorsun ya elini kolunu, ayıp şeyler bunlar! gelme üstüme, bak gelme diyorum!
+ gelsem ne olurmuş?
- ne olacak, çok pis döverim! bakma sen öyle ufak tefek durduğuma. benim dedem var ya, şakiymiş. dağlarda yol keser, haraç alırmış nur içinde yatsın, cennette şimdi. bize de böyle helalinden karete numaraları felan bırakmış. ceki çen'de bile yok öylesi. bak gelme diyorum üstüme. aaa bıraksana kolumu be! hiyeeeyytt!!!


derken.. adam koşmaya başladı. bildiğin kaçıyor. nasıl bağırıyorum arkasından:


"haha! yemedi di mi? dur sen daha.. ben var ya, oturduğun evi bulacağım lan. sonra geleceğim kapına, her sabah tekmil alacağım! gebere otu! bi daha da tükürdüğünü görmicem tamam mı?!!"


"bişey mi oldu bayan?"


"ha? ne?"


"yani siz böyle bağırınca.."


"haa o mu? yok bişey memur bey. sinirlendimdi ben, geçti çok şükür. oldu. gideyim ben en iyisi, evet."


meğer ekip otosunu görünce kaçmış benim tüküren hayvan. ev karakolun yanı tabii, beş dakikaya bir araba geçiyor. ben de sandım ki dedemin meşhur hareketini yapınca ben.. aman neyse. bundan sonra yormayacağım kendimi. sigaraya zam, ekmeğe zam derken yurdum insanı pek sinirli olmuş zira. yeni bir taktik geliştirdim; yere tükürenlerin direkt suratına tüküreceğim. sonra da tabana kuvvet! iyi koşarım ben ha, benim rahmetli dedemin dedesi...


12 Ocak 2010 Salı

sapık sana şişme bebek alayım mı?

on gün kadar olmuş nete girmeyeli. bir şey olduğundan değil; suskunluk derim ben, bir sene sürenini yaşamışlığım vardır.. önemli değil yani. eser geçer öyle bazen.


mail kutuma baktım biraz önce. merak edenlere selam olsun, herkese cevap yazdım. bir de kimliksiz gönderiler almışım. bende bir huy vardır, ne zaman tanımadığım birinden mesaj alsam, bir heyecan basar içimi. sanki hep beklediğim bir şey nihayet gerçekleşmiş de, hayatım değişecekmiş gibi. sıradan bir hayat yaşamanın  yan etkisi olsa gerek, herşeyde bir heyecan arıyor deli gönül. bu mailler öylesi değildi gerçi ama, allah yazandan razı olsun, yeterince renkliydi. okudum, okudukça güldüm,  hatta bir ara koltuktan  kırık bacağımın üzerine düşüp ağladım. sakinleşip bir şeyler düşünebilir kıvama geldiğimde de yayınlamak geçmedi değil aklımdan, fakat sonra vazgeçtim. yine de boşa gitmelerine gönlüm razı değil, cevap mahiyetinde birkaç cümle etmek isterim.


hülasa, yazının gerisi sapığıma özeldir; kişi ve olayların gerçekle fena halde ilgisi vardır, yazar okuyucuyu bilgilendirerek sorumluluğundan kurtulmuştur; bilginize..


"sevgili sapık kardeşim;


ilk olarak seninle meslekdaş olduğumuzu söylemek isterim, valla bak. sıkıldığım zamanlarda rastgele bir numara çevirip "ıhh hhh öaaah" gibi efektler çıkarmışlığım çoktur yani. hatta "üflesen diline mi yapışır gadasını aldığım?" tarzında katılım da isterim ben, onlar da sağolsun, üflemekle kalmaz, üstüne bir de bağıra çağıra küfrederler. salt bu sebeptendir ki, sağ kulağım az işitir benim, meslek hastalığı.. zavallı ebem de ağzımın salyası hürmetine ortalık malı oldu, ama işte elimde diil! aynı hastalıktan muzdarip olduğumuzdan anlayışla karşılasam da, meslek ahlakı denen bir şey var neticede. sapıklığın yazılı olmayan kurallarının ilki başka bir sapığa sulanmamaktır.


dürüst olmak gerekirse, ben fiziki ya da manevi açıdan öyle pek fantezi objesi olacak bir afetcan da sayılmam. senin sandığın gibi beyaz mermerden iki sütun misali bacaklarım yok mesela. onları, bahar gelmiş bahçe gibi selülit tomurcuklarıyla bezenmiş tombul but parçaları olarak tanımlamak daha yerinde olur sanırım. (yalnız sende de ne fantaziler varmış birader, hani kızmazsan birkaçını repertuarıma eklemek isterim. telifse telif, para dert değil netice itibariyle. aslolan manevi tatmin, anlarsın ya?!)


ayrıca default olarak çok konuşma yetisiyle dünyaya gelmişim ben. af buyur sevişirken ağzıma tenis topu tıkılıp bantlandığı çoktur. haklılar gerçi, yani kim orgazmın eşiğinde salınırken sabahki dolmuşçunun hayret edilesi sürüş tekniklerini dinlemek ister ki?


yaradılış arızalarımdan biri de ellerimin sürekli olarak soğuk oluşudur. değil sevişmek, tokalaşmadan önce bile yarım saat kalorifer peteğine yapışık oturmam lazım gelir. etrafta küresel ısınmaya dur diyecek şifalı ellerin benimkiler olduğunu söyleyenler bile mevcut, gerisini sen düşün artık.


ayrıca on saman nezleli gücünde dakikaya 17 adet düşecek şekilde hapşırırım, birkaç hazin ayrılık hikayemin sebebi de bu marazımdır maalesef. şimdi seninle bir ilişkiye başlayacak olsam, "ne çok yaşaması be? öl sen en iyisi!" isyanıyla terkedileceğim muhakkak ki, yaralı yüreğim bir kalp kırığını daha kaldıramaz diye korkmaktayım.


uyurken pırtladığımı söyleyenler de var ayrıca, fakat mümkünse o konuya hiç girmeyelim.


demem o ki, ben sana layık değilim, ayrı dünyaların insanlarıyız biz. hislendim şimdi, çağrışım yasaları uyarınca şiir okuyasım geldi:


 "uyuşamayız, yollarımız ayrı;
  sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;
  senin yiyeceğin, kalaylı kapta;
  benimki aslan ağzında;
  sen aşk rüyası görürsün, ben kemik!"


bak gözümden yaş geldi. işin yoksa bir on gün de bu ayrılığın travmasını yaşa dur şimdi.."


4 Ocak 2010 Pazartesi

gösteri peygamberi

sevinince güldüm, üzüldüğümde ağladım; bir insan kaç çeşit duygulanabilirse hepsinde muvaffak oldum, hatta olması gerekenden daha fazla kaptırdım rolüme kendimi. hep sert tepkiler verdim. gülüşüm bile o kadar sivriydi ki, gamzelerimi oydu yanaklarımda. ağrısına tevekkülle katlanan insanlar tanıdım. hayatı öylesine sindirerek adımlıyordu ki birisi, ardında bıraktığı ayak izlerinde çiçekler vardı. hiçbir zaman onlardan biri olamadım. her daim çığlık çığlığa, küfür kıyamet algıladım hayatı. oysa daha yumuşak bir insan olabilirdim.. olabilir miydim?! ana renklerin vahşiliğinden azade bir hayatım olabilirdi. olabilir miydi?!

• dalgın belki, ama hoşgörülü bakışlar: lacivert…
• ışıl ışıl bir sevinç: pembe…
• teni okşayan ılık bir meltem gibi tebessüm: lila…
• bir eşlikçi misali hüzün: mor…


olmadı. daima biriktirdim, taşmaya meyilliydim, akacak kendime göre bir mecra bulamadım. yüzyıllardır boş kalmış bir mevkide, peygamberlikte karar kıldım.. taştım!!!
apar topar televizyonlara çıkardılar beni. binlerce röportaj verdim:

- kimsiniz siz?

- modern çağın ilk ve son peygamberi!

- evet evet. peki felsefeniz nedir? iyilik? doğruluk?? tevekkül???

- ne münasebet! sert bir oyun oynuyoruz. susarak kazanamazsınız, bu oyun kelimeleri bilenlerle oynanıyor ancak! diyorum size, o çaresizliği yaşadım. bir keresinde cümlelerim gitmişti benden. bir cevap aramaya çıktılar, biliyorum. sürekli neden? diye soran parmaklara devam etmesi için bir bahane vermek zorundasınız. dünya dönmeyi unutmuştu sanki. ve hayat… bitkisel sıfatlı bir hayattı benimkisi. uyanıyordum, yemek yiyordum, dışarı çıkıyordum fakat hiçbir şey hissetmiyor, olanlara tanım bulamıyordum, anlıyor musunuz? bitkisel hayat = tanımsızlık! tanımsızlık denen şey yorucudur, sınırları belli olmayan bir ülkeyi savunmak gibidir. evet, böyle bir şeydir işte, belki de her tanıma biraz girmek demektir. cevap bulamayınca da geriye dönmediler bir süre utançlarından.

- ama sonunda döndüler?

- evet, sonra. tam da gökyüzü tepeme yıkılırken ayaklarımın altından çıkageldiler. sıcak, tazyikli bir gayzer. o kadar şiddetli çarptı ki bedenime, iç organlarıma kadar yandım. beyaz kağıtlara haşlanmış organlarımın baskısını yapıyor ve atıyordum insanların önüne. beni anlayanların ve anlamayanların… yazmak denen şeyin çok ilkel, çok hayvani bir dürtüye karşılık geldiğini fark ettim. yaralanıyoruz, kanıyoruz; ve sonra gidip soydaşlarımızın önüne atıyoruz yaralı etlerimizi. bakın, diyoruz, işte tam buradan vurdu hayat beni, uf etti! birbirimizin yaralarını yalıyoruz sonra, iyileşsin diye. antiseptik, analjezik tükürüklerimizle bir yaşam destek ünitesi kuruyoruz..

- bize o günlerden bahsedin biraz. peygamber olduğunuzu ne zaman anladınız?

- anlamadım, karar verdim.

- efendim?!

- neden olmasın? dedikoducu kuşlar tünerdi geceleri aklıma. gevezeydiler. hiç tanımadığım insanlardan, hiç gitmediğim yerlerden havadis biriktirirlerdi; ve bir çırpıda dökerlerdi hepsini aklımın orta yerine. sabahla birlik uçar giderlerdi. dört bir yana koşardım değiş tokuş için. biri olmalıydı belki de, yalan! demeliydi, yalan! kuzey kutup noktasında, dünyanın kadim çekirdeğindeki bilgelikten beslenen başka bir yggdrasil yok, hem dünya da bilge değil zaten. bu da nereden çıktı? ve zamanın hiçbir diliminde var olmamış tüm bu insanlar… hepsi hayal ürünü!!!


“izlediğiniz filmde adı geçen insanların gerçekle hiçbir ilişkisi yoktur! yaşananlar tamamen hayal ürünüdür!”

o zaman burada olmazdım. hıh, deliymişim gibi…

- değil misiniz?

- değildim. ve ama deli değilim. uğrayanın olmadığı uçsuz bucaksız bir çöl benim aklım. canlı namına yalnızca leş bekleyen akbabalarım var ve fazla beklemekten, ama sadece beklemekten kendi saçmalıklarını bilgelik sandılar. evet, saçmalık olduğunu kabul ediyorum, bakın. yaşamadıkları hayat hakkında fazlaca fikirleri vardı, görmedikleri dünya hakkında. beynin de bir doyma noktası vardır, fazla düşünüyorsan konuşarak kurtulman gerekir bir kısmından. ve anlatacak kimseleri yoktu, benden başka.. onlar anlattıklarının gerçekliğine inanırdı ve ben de inanmamak için bir sebep göremezdim. hala da görmüyorum. gerçek dediğin şey, bir seçimdir aslında. seçtiğin neyse gerçeğin odur. neden olmasın? neden dünyada bir yerde, zamanın çağıldayan bir nehir suretine büründüğü uzak bir ülke olmasın? öyle ki, kaynağına doğru yürüdükçe küçülürmüş insan, bebekliğine dönermiş. ölüm ya da yaşam bir tercih meselesiymiş. ama başa kaç kere dönerse dönsün, tek bir hayat hakkı varmış. ve başta hırslı bir aç gözlülükle sürekli kaynağa yolculuklar yapan bu tek ihtimalli insanlar, aynı şeyleri yaşamaktan yorulduklarında zaman nehrine atlar, çakıl taşı suretindeki binlerce ölümden kendilerine ait olanı ararlarmış. yalan!.. mı?

- devam edin…

- böylece düşlemeye başladım, deftere düş’ürdüğüm düşlerimi değiş tokuş etmeye adam aradım.. düş taciriydim ben. doymadım, durmadım; diğerlerine de özgürlük getirmek istedim, en azından düş’ün dünyasında. ve böylece kutsal bilgiye, başlangıcın sırrına ulaşabilmek adına kendimi yggdrasil’in dallarına astım. tam dokuz gün ve gece! ardından.. bildim!!!

“açın gözlerinizi bihaber insanlar, modern çağın peygamberiyim ben!”

- bize bir mucize gösterin.

- burada durup benim gerçekliğime inanmanızı beklemek bile başlı başına bir mucize değil mi? “sır”rı biliyorum diyorum size.

- peki sır ne?

- kelimeler! her şey onlardan önce de vardı ve ama hiçbir şey yoktu aynı zamanda.

- başlangıçta söz vardı gibi bir şey mi bu?

- “fiat lux!” hayır, ben bundan bahsetmiyorum. dudaklarımı oku, kelimeler diyorum, herhangi biri. tanrı bile bizimle iletişime geçebilmek için konuşmayı öğrenmemizi bekledi. öncesinde yapabileceği hiçbir şey yoktu çünkü, yaratmaktan başka. biz kelimeleri keşfedecek kadar olgunlaştığımızda ise, yarattıklarına şekil vermeye başladı.. başlangıç denen şey budur işte!

sonra kel ve kanatlı filozoflarımın anlattıklarını aktardım onlara. anlattıkça bana hayran kaldılar. beğenilme güdüsüyle zehirlenmiştim bir kere, daha çok anlattım. anlatırken kameraya nasıl daha fazla hoş görüneceğimi tartıyor, poz veriyordum. peygamberlik hiçbir şey değiştirmez, lanet olası keşlerdendim ben de; derimin altında o güne kadar farkına varmadığım bağımlılıklarım vardı. beni beğenin, diyordum avaz avaz, sevin beni! sonra kitlesel hayranlıklarından akan salyalarını şırıngalara doldurup beyin damarlarıma zerk ediyordum. o salyalar ki o zamana dek etime yapışmış tüm acıların köküne kibrit suyu döküyordu. sürekli reklam alıyorduk, milyon dolarlar benim etrafımda dönüyordu. mutluydum, beni dinleyenler mutluydu. her şey iyi, herkes güzeldi.

sonra.. sustum. duyduklarını hazmedebilmeleri için. sadece dinlemekle olmaz, biraz da düşünmeleri için. ve.. unutuldum!!! modern çağın, kelimeler olmadan kazanılamayacağını söyleyen tek peygamberiydim ben, ama susarak kaybettim. bu dünya fazla telaşlı, kıt zamanlı bir dünya, hafife almayın. koşturarak yaşıyoruz. bir yandan dişlerimizi fırçalarken hazırlıyoruz çocuklarımızın kahvaltılarını. sürekli bir yerlere yetişmeye çalışıyoruz: okula, işe, sevgiliye… elektronik eşya dükkanının önünden geçerken, vitrine reklam amaçlı konmuş dev plazmalardan alıyoruz haberleri. üstelik en büyük haber bile –örneğin, ekonomik kriz; savaş değil kesinlikle!- ancak birkaç dakika erteleyebiliyor hayatlarımızı. ben onları çok daha uzun bir süre tuttum. kalıcı olabilmek için müsait bir yerde ölmeliydim belki de. belki de noktadan hemen sonra.. halkını ölmeden kurtarabilen bir peygamber gördünüz mü hiç?!

şimdi ise yırtık kanepemde pijamalarımla oturmuş, kendi hayatımın filmini izliyorum. vakit geldiğinde, sadece kendim için öleceğim ve size hiçbir anlam ifade etmeyecek ölümüm. olsun! ben söylemek istediklerimi söyledim, anımsayanınız çıkar belki uykudan önce…

“kağıt, kalem, mürekkep.
harftim; karıldım, dizildim, eklenip çıkarıldım.
sözdüm; iman vesilesiydim, söylendim, dilden dile gezindim.
sustum; sus oldum, puf! oldum, yok oldum, unutuldum..
amin.”

1 Ocak 2010 Cuma

olumlu mefisto ve cıvık hindi: bir yılbaşı hikayesi..


"2009 ızdırabım oldu, yeni yılda ben de normal insanlar gibi olacağım lan. hem ben var ya, "dı sikrıt" okumuş bir kızım. diyordu ki kitapta, iyi düşün iyi olsun diyordu. olumlu şeyleri böyle mıknatıs gibi çekeceksin kendine. bi nevi kuantum şeysi, evet. işe de normal insanlar gibi kutlama yaparak başlayacağım!" önüme gelene böyle söyledim. sonra da "söz ağızdan çıktı bi kere, tükürdüğünü yalamak da neymiş?" dedim, oturup iyi bir yılbaşı kutlaması için gerekenlerin listesini çıkardım:
  • 1 adet hindi,
  • su gibi içki,
  • olmazsa olmaz mezeler,
  • rengarenk parti şapkaları,
  • adını bilmediğim üfleyince uzayan düdüklerden,
  • 1 adet feyk yılbaşı ağacı,
  • hediye paketleri,
  • evin alabileceği kadar eş dost,
  • 1 adet sevgili..

sabah mahallenin emektar horozuyla senkronize bir şekilde kalkıp alelacele hazırlandım ve düştüm market yollarına. bereket versin 21.yy'da yaşıyoruz; kapitalizm hayli gelişkin, hizmette sınır yok. büyükçe bir markette aradığı her şeyi bulabiliyor insan. bir yandan sepete atıyorum, bir yandan yemekteyiz yarışmacısı misali "dünyayı kıyamet belasından kurtarıyorum lan ben!" havalarıyla elimdeki listeden siliyorum aldıklarımı. çok profesyonelim okuyucu, bildiğin gibi diil!

"+ bi adet hindi alabilir miyim?
 - nasıl olsun?
 + valla şimdi ben terbiyeli hindi yapacağım, nasıl olursa olsun.
 - isterseniz önceden terbiyelenmiş hindimiz de var..
 + yok, ben bizzat vereceğim terbiyesini, kuantum açısından şart yani.
 - taamaaam, ben veriim hindinizi siz gidin!
 + bi zahmet.."

"+ bakar mısınız?
  - buyrun?
 + şu yılbaşı düdüklerinden alacaktım?!
  - yılbaşı düdüğü? nasıl yani?
 + güzel kardeşim, bilsem sana sorar mıyım? ilk defa yılbaşı organize ediyoruz şurda.. hani böyle üflüyorsun da uzuyor kurbağa dili gibi, saçma bi ses sonra.. kuantum anlayacağın!
  - şurada herşey dahil yılbaşı paketlerimiz var. siz en iyisi oraya gidin!
 + eyvallah.."

derken işin alış kısmı bitti, veriş kısmı için kasaya yöneldim. oldum olası sevmem ödeme kuyruklarını, uyku bastırır.. barkod okuyucunun biplerini dinlerken içim geçmiş, uyumuşum.

"+ 256 lira hanfendi. hanfendi?!
 - hı? ne?
 + 256 lira.
 - yuh! ee şey yani ben diyorum ki, viski şişesi almıştım ben havam olsun diye, ama farkettim de ne boş şeyler yani. bırakayım onu ben. bi de şu düdükler saçma resmen, onlar da kalsın. sonra bu ağaç.. hatta şu mezeler..
 + ne yani, almayacak mısınız?
 - almayacağım kardeşim alla alla.. onlarsız da kutlarım ben yılbaşımı, sen bana hindiyi ver bi tek."

anladım ben, bu kuantum zengin işi. paran varsa, kuantum olumlayabiliten var! ama bende de katır inadı var, yılmadım, eve gidip bi güzel terbiyeledim hindiyi, fırına sürdüm. mutfağa da oturdum, bekliyorum. yarım saat oldu, bir saat oldu, telefon çaldı.. telefon?!

"+ efendim?
 - yavru kuşum, kötü bi haber vericem ama kızma!
 + yok bugün çok olumluyum ben, kızmam.
 - ha iyi o zaman. şehirdışına çıkmam icap etti benim. hani şu iş vardı ya..
 + ??! hay ben o işin!!! nası ya? ama hindi? kutlama? e kuantum?!!
 - söz bak, telafi edicem.
 + yok telafi etme sen! hatta gelme bile!"

hıh! telafiymiş.. kimseyi de çağıramadım zaten bir şey alamadığımdan. bari yemek pişseydi.. yer ziyanı bu fırın, başka bir şey diil! içerim lan ben de, bir sürü içkim var benim. tek başıma kutlarım yeni yılı, hindi de pişer elbet... dedim ama, pişmedi! ben tam bir şişeyi devirmişken, baktım, isyan eden hindi kalkmış tepsiden, salona doğru geliyor! bi de güzel kuruldu yanıbaşıma. e hayvana bunca eziyet ettikten sonra yaşaması haktır dedim, bi kadeh de ona doldurdum; şimdi karşılıklı içiyoruz.

"+ şerefe!
 - şeref kim ki?
 + lan kanadını yerim senin! çok pis yerim! cıvık hindi!"

gerçi haksızlık etmek istemem, cıvık da olsa vefasından şüphe etmeyeceğim bir hindim var benim. sonuç itibariyle yalnız değilim ve de hala olumluyum okuyucu. bu yıl kesin iyi geçecek...

ha bu arada.. iyi yıllar!