daracık penceremin kısıtlı manzarasında bir ayrıntıydınız; ki her ayrıntı zamanı gelince fark edilmek için var olmadı mı zaten? küfür dolu ağzınız, sigaradan çatallaşmış sesinizle siz, vardınız.
yüksek topuklarınız sabaha karşı yokuşu yankılandırırken, ayrıntılara düşkün yanım bağırırdı : “geldi! geldi!” gelir ve giderdiniz… ve sizinle beraber herkesçe malum o cümle düşerdi aklıma. fakat hikayenizi başlatan kelime, işte o tam bir buçuk hafta önce yazıldı hayatıma.
cinlerimi saydığım günün gece yarısıydı. yazın baharı kışkışlamasıyla geçmişti tüm gün ve gece turunç çiçeği kokuyordu. baharatlı şarabın çakırkeyifliğini sürerken kaldırıma uzanmakta sakınca görmedim. gözüme ışığını düşüren her sokak lambasıyla didişip, alkolün kabadayılığına verdim. büyük şehir denilen şey, rengarenk yamalı, defolu bir yığın.. ve en büyük eksiğidir gece göğünün silik yıldızları. gecenin sakat yıldızlarına küfrettim... kalkmaya yeltenirken fark ettim garip çiçekli perdenizi. matemle savruluşu, yaklaşmayı kaçınılmaz kılan yarı kapalı bir duruşu vardı. yaklaştım…
bir ayna bir ana nasıl sığar? sığmaz derdim ve kati cevabım bu olurdu o geceden önce. ayna yaşamı barındırır çünkü; yetmezmiş gibi duyguyu da hapseder içine. tüm aynalar salt bu sebepten büyülüdür; tüm periler var oldukları boyutla birlikte özün bir parçası. sığmaz o yüzden.. ama sığdırmıştınız…
tek kelime: “ağladım!”
son harfinizin iç burkan kıvrımıyla girdiniz hayatıma.
binlerce parantez açabilirdim ve açtım da… sizin de bu şehre benzediğinizi düşündüğümü hatırlar gibiyim. dışı yaldızlı boyalarla kaplı, içi bir o kadar hırçın ve kırgın.. öznesi sizken hayatınızın, edimin başkalarına ait olmasının ne acı olduğunu da düşündüm sanırım. ömrümce yaşadığım en esnek anlardan biri sergileniyordu bodrum katınızın tek kişilik sahnesinde.
aynadaki kadın.. kaşlarının virgülüne oturmuş hüzün…
imza atar gibi, gereksizce uzamış açıklamalarla dalga geçen son derece yeterli bir özet gibi yazmıştınız aynaya. ve kırmızı ruj, dudağınızdayken bile bu derece acıklı görünmemişti gözüme: “ağladım..” siz ağlamıştınız, bense ayılmıştım. sığ sulara demirlediğim gemimin yelkenlerini şişiren rüzgar misaliydiniz. yol alırken en mahrem anınıza şahit yazılan haddini bilmezliğimi kınadım. ne hakkım vardı? sırf sizin kadar kalbim kırılmadı diye… henüz. sırf karanlığı kovmayan lambalar yakıp, aynadaki yüzüme rujumla imzalar atmıyorum diye... üstelik ben sizin kadar cesur da olamazdım biliyor musunuz? kelimelerimi silip bir sonraki güne görüntümü hazırlayamaz, sonsuzca saklardım onları!
hikayesinin bir önceki okuyanda bıraktığı izleri sunabilmesidir, sahaftan alınan kitapları benzersiz kılan.. birkaç gün sonra eski bir kitabın en dokunaklı satırıymışçasına çıktınız karşıma. öylesine sırılsıklam.. şemsiyemi uzatırken “sen diyebilir miyim?” dedim. art niyetsiz, salt tanıma isteğimden. omuzlarınızı silkişinizdeki umursamazlık kadar sahteydi yüz ifadeniz. “kimse siz demez ki zaten!” dediniz… ne ağır laf ettiniz! o vakit vazgeçtim dilimin ucundaki hitaptan. yürüyüp gittiniz…
“inanna!” dedim içimden. “kıtalarca uzanan aşk tanrıçası! nerede seviştiğin ilk erkek? sırf aşkı yüceltmek adına sevişen rahibelerin nerede? hem neden indin ki gökyüzünden?!”
dönüp baktınız.
hayli kabartılmış sarı saçlarınız vardı. boyanın handiyse istilasına uğramış yüzünüz sonra...
İade-i ziyaret olsun bu. :D
YanıtlaSilŞimdi bir şey itiraf etmek istiyorum, ben yaklaşık bir yıldır bir sayfa bile kitap okumadım. Nedeni blogger. :D
Bu tarz blog hikayeleri profesyonel kitaplardan daha çekici ve başarılı geliyor bana. Kurgu olsun, gerçek hayattan kesitler olsun ne olursa olsun belli bir kalıba girmek zorunda kalmadan serbestçe yazıldığı için daha sürükleyici oluyorlar.
Takip listeme aldım. elimden geldikçe okuyup yorumlayacağım...
Ama bir de öneride bulunmak istiyorum, blogun yazı boyutu biraz küçük galiba. Okurken baya zorlandım. Eminim benim gibi zorlananlar olacaktır.
Yazı stilinden de kaynaklanıyor olabilir...
Başarılar
mr_lonely, beğendiğine sevindim. sağol yorum için :)
YanıtlaSilönerini de dikkate alacağım, teşekkür ederim :)