19 Ocak 2012 Perşembe

her şey bir "hayal"miş...

bu ülkede yaşayabilmek için bir kaç milyon hücreden feragat etmek gerekiyor. gözlerini sımsıkı kapatıp, kulaklarını tıkayacaksın. kendini kafanın içine gömecek, tüm çevresel etkenleri yok sayacaksın. sonuç? duyu yoksunluğu... insan hakları evrensel beyannamesinde "bir insanın diğerine uygulayabileceği en zalim işkence çeşidi" olarak geçer duyu yoksunluğu. ama bu topraklarda yaşamanın başka yolu yok. iş yerinde kahve makinesine doğru yürürken, evde dişlerini fırçalarken, gece uykun bölündüğünde mütemadiyen kendi kulağına fısıldayacağın bir mantran olacak.


aslında kolay görünüyor, bir adet at gözlüğü, birkaç tıkaç.. sağlam sebeplerin de var üstelik. o kadar ki, arafat dağı'nda secdeye varıp ahvalini anlatsan, tanrı en görkemli unutuşu bahşedecek kadar merhamete gelir zannımca.


ama öyle değil kazın ayağı, o kadar kolay değil işte. gerçek delilik ulaşılması hayli zor bir mertebe. genlerden yana sıkı bir torpile ihtiyacın var ya da doğum esnasında oksijensiz geçmiş fazladan birkaç dakikaya... öyle her deliyim diyene "akıl sağlığından muaftır" belgesi vermiyorlar, beyaz gömleği ha deyince çıkarmıyorlar zuladan..


ben artık sabah uyandığımda bana dayatılan gündeme katlanamıyorum, kendime farazi öyküler yaratıp geri kalanları yok sayabilecek becerim olmasına rağmen hem de. oksijensiz kaldığımı hissediyorum, giderek daha derin nefesler çekiyorum ciğerlerime. gerçekçi bir insan olduğum bile söylenemez. sıkı bir hayal gücünün önünde her zaman şapka çıkarmışımdır. bir gün her şeyin düzeleceğine, insan ırkı olarak toplu bir aydınlanma yaşayacağımıza dair umutlarım bile var; bu defa daha kapsamlı ikinci bir rönesans.. neden olmasın, derim hep. neden olmasın? 

oysa olmayacak, biliyorum. 

arkadan vurulmuş bir adamı düşünüyorum sıkça. ayakkabısı delik, üzerinde bir gazete kağıdı.. yüzükoyun yatıyor. "gölgesinde dinleneceğimiz dikili bir ağacımız bile yok" demişti bir keresinde. içim tel tel burulmuştu acıdan. sonra duydum; kökeni farklı diye itelenmişti, adı farklı diye ötekileştirilmişti, yetmemiş 301'den mahkemeye verilmişti, üzerine tükürülmüş, bozuk para fırlatılmıştı. en sonunda da canı alındı. beş yıl oldu öleli. ardından "adalet istiyoruz!" diye bağırdık, faşistlere inat "hepimiz ermeniyiz!" diye haykırdık. bir cenaze töreni yaptık, akıllara zarar. zannettik ki, bu kez farklı olacak her şey, adalet çarkı yeni ve büyük sarayında hakkınca işleyecek. olmadı. bu ülkede adalet, hükmedenin köpeği çünkü.

beraat edenlerin elleri öpülüyor şimdi. tetik çekenlerin sırtı sıvazlanıyor. kahraman tanımı değişeli oldu bir hayli süre. tetik çektiren abilerse çok rahat. gizli bir sırrı paylaşarak gülüp geçiyorlar halimize. silivri muhalifiyle, kürdüyle, gazetecisiyle dolup taşarken, herhangi bir itiraz en hafifinden örgüt üyeliğiyle parmaklıkların ardında noktalanıyor işte.


dedim ya, bir mantran olacak. ben kendi kulağıma eğilip "kaymaklı ekmek kadayıfı" derim böyle zamanlarda. komik mi? değil. tekrarlayan harflerin üzerimdeki sakinleştirici etkisini çok küçükken keşfettim. hani neredeyse hipnotik bir etki. o günden beri, ne zaman başım sıkışsa dilime düşen, sessizce, gizli saklı terennüm ettiğim hep budur: kaymaklı ekmek kadayıfı. 


hem zaten cümlelerin bir şey değiştirmeyeceğini bildikten sonra ne söylediğinin ne önemi var? kelimeler hayat kurtarsaydı hrant'ın hayatı kurtulurdu. ne demişti son yazısında;


"muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.."

kendimizden olmayana karşı nezaketimizi çoktan kaybettiğimizi neden bilemedi ki? neden güvendi ki bize bu kadar? sivas'ta biz yakmadık mı onca aydını? uğur mumcu'yu biz bombalamadık mı? ahmet taner kışlalı'yı? musa anter'i? ya necip hablemitoğlu? bahriye üçok? güvenmemeliydi. bu yazının yayınlandığı gün, tam beş yıl önce bugün bir güvercin gibi avladık çünkü onu. şimdiyse cesedinin üzerinde dans ediyoruz. "çete işi değil bunlar, çoluk çocuk işi" diyerek kuklaları ateşe atıyor, baronları aklıyoruz.


bugün 19 ocak... iki kolumu da kendime sardım, arkadan vurulan bir adamı düşünerek delirmeyi bekliyorum. deliremiyorum da, kahretsin. gözlerimi sımsıkı kapatsam, kulaklarımı tıkasam.. dudaklarımda sadece kendi kulaklarıma erişecek kadar hafif bir fısıltı:


"kaymaklı ekmek kadayıfı..
kaymaklı ekmek kadayıfı...
kaymaklı..."



|

18 Ocak 2012 Çarşamba

vatandaşın dikkatine! karşı devrim ayağınıza geldi. milli bayramlarınıza update yapılır, içi boşaltılır, beş dakikada teslim edilir..

cumhurbaşkanlığı 19 mayıs tartışmalarına son noktayı koydu: "milli bayramların kutlama esaslarının yeni bir bakış açısıyla gözden geçirilmesi ve çağdaş normlara uygun bir yapıya kavuşturulması amacıyla düzenlediğimiz toplantıda; sadece 19 mayıs'ın değil, 23 nisan ve 30 ağustos'un da güncellenmesine karar verdik."


yeni alınan kararlara göre, üzerinde en çok durulan alternatif kutlamalar şöyle;


1) 19 mayıs atatürk'ü anma, gençlik ve spor bayramı: muhtevasının spor olmasına istinaden, 20 rekat namaz kılınarak kutlanması kararlaştırılmıştır. böylece halk bol keseden eğilip kalkarak çeşitli beden aktivitelerini yerine getirebilecektir. usul gereği, tepeden tırnağa beyazlar içindeki cemaat imam önderliğinde namazını eda ettikten sonra, birbirlerinin omuzlarına çıkarak kule oluşturur. en sonunda kulenin tepesine çıkan imam yanık sesiyle hutbe okuyup bayrak açar ve illahiler eşliğinde camiden çıkılır.


2) 23 nisan ulusal egemenlik ve çocuk bayramı: meydanlarda şenlik takları kurulur, devasa kazanlarda maklube pişirilip yanında kağıt helvayla birlikte servis edilir. çeşitli kuran kurslarından seçilmiş gruplar, öğrencilerin ellerinde nereye bağlı olduklarını belirten bez afişlerle beraber meydana giriş yapar. daha sonra usulünce diz çöküp kuran okuma yarışına giren öğrencilerden kazananlar il veya ilçe müftüsünün kucağına oturtulur.


3) 30 ağustos zafer bayramı: il veya ilçelerde son kalan gaziler kendi aralarında çay içip okey çevirler. ardından mülki amirler gazilere birer işitme cihazı takdim eder ve dağılırlar. eğer yerleşim yerinde hiç gazi yoksa kutlamak şart değildir.


4) 10 kasım: yas değil, bayram günüdür. tüm mülki amirler ve hükümet temsilcileri halkla bütünleşip göbek atarlar. kolbastı farz, çiftetelli vaciptir. eğlence sonunda beş rekat şükür namazı kılınır.



|

13 Ocak 2012 Cuma

sokakta köle, mutfakta emine beder, yatakta seksi şempanze

can sıkıntımı giderebilmek adına kimi zaman, bazı insanların hatalı yaşam formları olduklarına dair kanıt toplarım. eğlenceli olduğu kadar da faydalı bir uğraş. toplu yaşamdan kaynaklanan absürdlüğe son derece basit bir çözüm getiriyor. soruyorsunuz:

"neden?" 

çünkü.. çünküsü yok. defolu mal. imalat hatası bildiğin. öbür tarafta denetim mekanizması sıfır tabii, gönder gitsin. biz burada elbet bir hüküm verir, aidiyetini etiketlendirir, kafa kağıdı bile basarız. pembegillerden fatma, mavigillerden hikmet.. geçiniriz gider. 

bok geçiniriz. 

bak mesela, son günlerde sürmanşetlerde kendine yer arayan bir hatun var: sema maraşlı. sibel üresin'le orhan çeker'i at bi kazana, ortalama on dakika kaynattıktan sonra bolca ahmet çakar ekle. işte ortaya çıkan kulak memesi kıvamındaki laçka karışımdır bu hatun kişi. sen de ki yazar, öbürü desin evlilik danışmanı, ben diyeyim çanak yalayıcı.. ama işte kısaca, "sema maraşlı".

çok enteresan laflar ediyor son günlerde. diyor ki, "kadın, erkeğin hakimiyetini kabul etsin." yetinmiyor, kadın haklarıyla ilgili çalışmalar yürüten aile bakanı fatma şahin'e "erkeklerin hakları ne olacak?" başlıklı bir mektup döşüyor ve soruyor: 


"madem eşitiz, kadınlar neden askere alınmıyor? eşitlik isteyenler de cepheye gitsin."

"anayasadan, erkek evin reisidir, ibaresi çıkarılmışken nafaka mecburiyeti neden kaldırılmadı? çünkü kadınlar nafakayı alıp başka erkeklerle birlikte yaşama yoluna gidiyorlar."

"kadına şiddeti çok abartıyorsunuz. bütün erkekler zan altında kalıyor. kadın çenesini tutarsa dayak yemez."

"pozitif ayrımcılık bahanesiyle kadınlar işe alınıyor, erkekler aç geziyor. neden?"


şimdi bu insanla nasıl geçineceksin? tutup da mantık çeşitlerinden mi dem vuracaksın? aristo mantığı'nın medeniyetin temel taşı kabul edilmesine rağmen yine de sadece bir başlangıç olduğundan? insanlığın uzun yıllar önce klasik mantığı terkedip bulanık mantığa geçtiğinden ve hatta oradan kuantum evrenine atladığından?

anlar mı dersin? insan beyni garip bir enstrüman, kullanmayı bilene. çok katmanlı bir işlevselliği var. misal, ilk aşamada temel ihtiyaçlarınızı ve güdülerinizi kontrol etmeyi öğreniyorsunuz. ikincide düşünme becerinizi keşfediyor ve akıl yürütme pratiklerine başlıyorsunuz. işte orada devreye klasik mantık giriyor. yani şu efsanevi "hayat acıdır, biber de acıdır.." şakası. şimdi karşınızdaki insan hala "kadınla erkek anatomik olarak farklıdır, öyleyse eşit de değildir" önermesinde diretir ve ispat amacıyla ancak çocukların öne sürebileceği savlarla karşınıza gelirken siz ona ne söyleyebilirsiniz? hem de talep edilen eşitlik tamamen sosyal haklar dahilinde olduğu halde? ben cevap vereyim, seviyenizi aşağı çekmediğiniz müddetçe hiçbir şey söyleyemezsiniz.

ya da;

biraz eğilir ve dersiniz ki, "bak ablacım, düz mantık falan dediysem nezaketten öyle söyledim. seninkine düz bile denmez. darbeli mantık denir, düzülmüş mantık denir.. ama düz mantık denmez. yok yani böyle bir şey. senin yolunla gidecek olursak devletin biz eşitlik isteyenleri toplu ameliyata sokup her birimize afili birer pipi takması ve ardından zorla pisuvara işetmesi lazım gelirdi. değil mi ya?"


cık. olmadı. çok kibar konuştum. dur bi saniye, şurda bi yerde gün yüzü görmemiş küfürlerim olacaktı benim. ulan o maklubenin de içine ne katıyorlarsa.. dur geliyorum, bi dakka bekle.



|

10 Ocak 2012 Salı

ne kabaklar gördüm içinde kıyma yok, ne kıymalar gördüm üstünde kabak yok

eşref vaktim geldi, yemek yapacağım. yalan lan, evde bu işi görebilecek kadar sağlam bi ben kaldım da ondan. iş başa düştü anlayacağın. ama babam her zaman, sen istediğin her şeyi başarırsın, demiştir bana. bu lafı düşündükçe çok pis gaza geliyorum. hatta kişisel başarı portföyüme lahana sarmasını bile dahil edebilirim bence. buraya da tarifini yazıyorum ki, ileride bir gün bakıp "vay be!" deme şansım olsun.


standart yemek yapma kabiliyetinden yoksun doğanlar, sizi de düşünmüyor değilim. insani dürtülerim yüksek bu aralar. yazdıklarımı kelimesi kelimesine uyguladığınız takdirde maksimum iki günde yemeğiniz garanti. bundan iyisi şamda kayısı.


vira bismillah..

ilk gün:

aşama 1 :  bir ay önce millete özenerek aldığınız lahanadır, kabaktır, dolmalık biberdir falan ne varsa kontrol edin. kabaklar mutlaka çürümüştür, ayıklamakla uğraşmayın derim ben. hem pis kokuyor hem de mide bulandırıcı. atın gitsin. diğer malzemeler size hayli hayli yetecektir.  ayrıca geriye kalanları da kategorilere ayırmakta fayda var. kafa karışıklığına iyi geliyor. sıra geldi yemeği yapmaya. sarma zahmetli iştir, önceliği ona vereceğiz o yüzden. şöyle içten bir euzubillah çekip lahananın şerrinden allaha sığındıktan sonra yapraklarını ayırmaya başlayın. daha önceden kaynamaya bıraktığınız suyu konrol edin (parmak batırmak gereksiz bi şey, acısı iki gün geçmiyor), ardından yaprakları tencereye atıp bir sigara yakın. sade sigarayla olmaz diyenlerdenseniz, bi de kahve yapabilirsiniz. yemek yapmaya karar verdiğiniz an biraz şımartılmayı hak etmiştiniz zaten. son nefesi çekip izmariti attıysak lahanaları tencereden çıkarabiliriz artık, ki muhtemelen fazla haşlandığı için yarısı suda kalacağından işiniz uzun sürmeyecektir (artan sıcak suyu lavabodaki kirli tabakların üzerine dökün, o zaman yıkamak kolay oluyor). artık gönül rahatlığıyla iç hazırlamaya girişebiliriz. 

aşama 2:  iç hazırlamak kolay olduğu kadar da saçma bir iştir. şöyle ki, orta boy bir tepsiye pirinci boşaltın (miktarı mühim değil, artarsa lapa yapar yersiniz) ve bir yemeğe lezzet verebilecek ne varsa içine boca edin. soğandır, sarmısaktır, salçadır.. dolaptaki baharat kavanozlarını da indirin, allah ne verdiyse serpin gitsin. biraz da yoğurduktan sonra içimiz hazır (parmakların arasından fışkıran vıcık vıcık şeylerin verdiği histen hoşlananlar mıncıklama işlemini istedikleri kadar uzatabilirler).


lahanadan geriye ne kaldıysa, olabildiğince nazik davranarak sarın (arada fazla pirinçleri bir edayla tepsiye silkelemek lazım, mühim bi halt ettiğinizi hissettiriyor). bu iş için geniş bir alan gerektiğinden salona gazete sermek her zaman evladır. aralıklarla uzanıp dinlenmek için yeriniz olur. misal, beş sarma arası onar dakika. sarma işlemi uzun ve yorucu olacağından surat asabilir, küfredebilir, işi iyice çirkefliğe vurabilirsiniz. hatta arada lahana yapraklarını duvara fırlatmak geçebilir içinizden, atmayın. nimetle oyun olmaz. maksimum dört saat sonra serbestsiniz zaten. işinizi bitirince şöyle bir gerinin, gerinin gerinin.. bi sigara daha yakın. bu arada marifetinize alıcı gözle bakmayı da ihmal etmeyin. ne kadar eğri büğrü olursa olsun, siz yaptığınız için gözünüze güzel görünecek, moraliniz yerine gelecektir. yeterince dinlendiyseniz toplayın tası tarağı, mutfağa dönün. bugünlük bu kadar yeter. hem çok yoruldunuz hem de vakit hayli ilerledi, gerisini yarın halledersiniz.


ikinci gün:

sabah ekmek almaya gittiğinizde gördüğünüz kabakları almadan duramadığınız için artık bir de kabak oymanız gerekmektedir. hem ne kabaklar.. allahın sopası gibi. kalın, uzun... hatta oyarken fark edeceğiniz üzere dolmalık değil, sıkmalık mübarek. cinsine tükürdüğüm öyle de sulu. olsun, güzel olmazsa suçu kabağa atabilirsiniz en azından. oyma işlemi uzun sürer ve can yakıcıdır. profesyonel değilseniz elleriniz yara olabilir. bu yüzden ince bir bıçakla kabağın içini hafif hafif sıyırmanızı öneririm. bi kaç yerini patlatabilirsiniz ama no problem. kendinizi kusurlarınızla sevmek en iyisi.

kabakları doldururken dikkat edilmesi gereken husus, içini gevşek bir şekilde yerleştirebilmek. pilav yaparken de tecrübe ettiğiniz gibi, pirinç şişebilmesi hasebiyle bilumum musibetlere gebedir. gereğinden fazla koyarsanız taşar, patlar, pişmez çiğ kalır. ne bileyim, olur bi şeyler işte. dolmalık biberler için de aynı şey geçerli. unutmayın, gevşek iyidir, sıkı kötüdür. yemekte estetiğe önem veren biriyseniz kabakların üzerine tırnağınızla bir takım şekiller, desenler, çizikler falan da yapabilirsiniz. bunu çatalla da yapanları gördüm ben ama böylesi daha eğlenceli bence.

nihayet tüm işlemler bittiyse pişirmeye geçebiliriz demektir. dünden kalan sarmaları falan ne varsa bir tencereye doldurup ocağa koyun. su eklemeyi de unutmayın, yoksa dibine tutuyor. hatta suyun içine de bir şeyler ekleyin derim ben. benden duymuş olmayın ama, haşlanmış kabak dolması hiç leziz değil.