24 Aralık 2009 Perşembe

geceden sızan...

bazı geceler insanlığın tüm cerahatinin aktığı arka sokaklara düşüyorum. kangren olmuş sokaklar geçiyor içimden. neden olmasın? başka bir yere ait olduğuma dair kanıtınız var mı? gözlerimi açtığım anda kesilen kalem tutan elimden aralıksız sızan irin, köşebaşındaki ölü bakışlı lambaya sarılıp haykıran sarhoş bir orospuya doğru akıyor. kelimeleri ahşaba vuran topuk kadar sert, ve yankılı cümleleri : "hüzünlü değilim ulan, diye bağırıyor, değilim işte! götünüz yiyorsa bi de böyle sevin bakalım beni!"

halbuki içine yuvalanmış o ağır hüzün söyletiyor bunu ona. olur öyle, inkar ettiğimiz, etimize en çok değendir bazen... 

4-5 yaşlarındaydım. eve yeni renkli bir televizyon alınmıştı. grundig, iyi hatırlıyorum, kutusu gözlerimin önünde ve inanamazsınız, okuma bilmiyorken aklınıza kazıdığınız bir resim, okumayı öğrendikten sonra hala aklınızdaysa yazıya dönüşüyor. neyse, yeni televizyonun kutusu misafir odasında duruyordu. ablam kutuyu salona getirdi, beni de içine koydu. annemle babam gelince beni bulamasınlarmış. sonra kutu hareket etti, balkona çıkardı beni. ne dediğini de anlamıyorum içeriden, babam gelip birazdan çıkarır diye bekliyorum. kutunun içi dumanla doldu, bir köşesinden ateş daldı içeriye, belki sadece oyun oynanıyordu ama altıma işedim. ebe miydim? saklanıyor muydum? peki o halde nereye kaçıyordum? bazen diyorum keşke o kutuda kalsaydım. hiç çıkmasaydım..

bu, güzel bir gece değil...

 

21 Aralık 2009 Pazartesi

kemerlerini bağla okuyucu, film eleştireceğim!


breh breh, ne filmmiş! internet üzerinden bile bilet alabilmek yarım saat sürüyor. koltuğumuzu seçip tam bileti alacağız, site "ehehe o yerler satıldı ki, avil!" türünden uyarılarla çıkıyor karşımıza. birkaç seferden sonra kendimizi ısrarla milletin kucağına oturmaya çalışan sosyal ortam sapıkları gibi hissettik, resmen yüzümüz kızardı. tam utanç dolu başımızı yere eğip yenilgiyi kabul edecektik ki, savaşçı ruhlu yarim "en iyi yöntem en eski yöntemdir" düstürundan hareketle telefona sarılıp elindeki mızrakla operatörleri tehdit etikten sonra söke söke aldı koltuklarımızı, ben de onu kahraman ilan ettim. demek ki neymiş? ortada hezeyena kapılmış bir izleyici kitlesi varken, birkaç gün önceden yer ayırtılacakmış. yok ben illa ki son anda plan yaparım diyenlerden olunacaksa da "tamam yavru kuşum, ben sana yer bulurum. yeter ki sen büzme dudağını" kabilinden şövalye inadı olan bir sevgili edinilecekmiş.. bu kıymetli hayat dersi de sana yeni yıl hediyem olsun okuyucu. kaale alınıp dağıtmalık hediye çeki gönderilen bir blogır olarak palazlandığım günlerde buluşana kadar bununla idare edersin artık.

filme dönecek olursak...

1994'te yazılmış bir senaryo, 15 yıllık bir yapım aşaması, filme özel üretilmiş özgün bir lisan, 300 milyon dolara yakın bir bütçe türünden iddialı bilgilerin üzerimizde oluşturduğu hayli ağır baskılarla girdik salona. ve fakat hiç de hayal kırıklığına uğramadık. baştan sona kadar 3 boyutlu görsel bir şölen, bilet için cebelleştiğimiz her dakikaya değdi. fakat herşey görsellikle bitmiyor maalesef. 2012 filmi benim açımdan zengin efektlerle süslenmiş bir fecaatten başka birşey değildi. avatar ise, tam tersine tatmin edici bir senaryoya sahip:

bacakları tutmayan bir savaş gazisi olan kahramanımız, aslen ölen kardeşinin dahil olduğu dünyadışı bir programa katılarak, dondurucuda yaptığı beş yıllık bir yolculuğun ardından atmosferi bir tür zehirli gazla dolu olan pandora gezegenine gider. gezegen tüm kaynaklarını tüketmiş dünya için bulunmaz nimetlerle dolu bir maden ocağı gibidir. fakat ev sahibi "na'vi"ler önemli bir muhalefettir. atmosfer toksik olduğu için insanlardan ve pandora yerlilerinden alınan dna'larla birer genetik mühendisliği harikası olan avatarlar oluşturulur. ve kahramanımız bir tür bilinç akışıyla kontrol edilen bu avatar aracılığıyla hem yeniden bacaklarına kavuşur hem de yerli halkın arasına karışarak, insanlara doğrudan bilgi akışı sağlama olanağı bulur. film tamamen esas oğlanın bakış açısı üzerine kurulu. jake -esas oğlanımızın ismi bu- kendini yerlilere ispat edebilmek için türlü sınavlarla başa çıkmak zorunda kalır ve bu süreçte empati kurmayı öğrenir. olmazsa olmaz aşk mefhumu da işin içine girince, gerekirse parçalarımcı, kalbinin yerine silahını koymuş askerler karşısında na'vilerin safında savaşmayı seçer ve pandora'nın kutusu da böylece açılmış olur.

her şey bir yana, filmin en önemli ve neredeyse tüm senaryonun belkemiği sayılacak unsuru, jake'in sakat oluşu. avatar yeni bir proje olmamakla beraber, daha önce kimse yerlilere kendini kabul ettirmeyi başaramamış. jake ise, kardeşini ve bacaklarını kaybetmiş, artık kaybedecek birşeyi kalmamış melankolik kişiliği sayesinde bu yeni hayata oldukça iyi uyum sağlıyor. dönüp geçmiş hayatına bakma ihtiyacı duymayan boş bir sayfa gibi.. ve bence senaryonun bu psikolojik ekseni izleyende kayda değer bir tatmin duygusu bırakıyor. james cameron, belki 15 yıl hayalini kurduğu teknolojinin gelişmesini beklemiş olabilir, fakat filmin sırtını tamamen efektlere dayayacak kadar kolaya kaçan bir yönetmen de değil. yani filmini seven, işine saygı duyan bir yönetmenin elinden çıkmış, sağlam bir yapım var karşımızda. 

e bu mudur? budur! filme gidip gör okuyucu, herkes acayip sevecek felan diyecek kadar delirmedim henüz, fakat en azından hayal kırıklığı yaşamazsın.

geceden kısa kısa...
  • ademoğlundaki ne tür bir deliliktir ki, bir türlü ders almaz, adım attığı yerlere yıkımdan başka bir şey getirmez?! üç fırın ekmek yedim, hala anlamış değilim (buğdaygiller zihni açan bi tür amino asit içerir, evet).
  • inanılmaz bir renk uyumuyla süslenmiş cennetvari gezegeni 3 saat boyunca izleyince insanın içine mülteci ruhu kaçıyor. "sahte pasaport geçer akçe midir acep pandora'nın taşlı yollarında?" sorusu, çıkışa kadar salonda yüzdü resmen.
  • 3 metre boyundaki kuyruklu, mavi yaratıkları seksi bulmuşluğum da oldu çok şükür. bu saatten sonra şahsıma edecek tek bir lafım bile yok!
  • henüz bilet alma aşamasında "tüh be! zamanım olsaydı, ben de sizinle gelirdim" yollu konuşup beni beyin kanaması riskiyle, yarimi de iki arada bir derede kalmanın getirdiği soluksuzlukla başbaşa bırakan gıcık şahsiyete buradan en kalbi hislerimle selam etmeyi borç bilirim.
  • filme "herif 300 milyon doları buna harcayacağına gidip açları doyursaydı" yollu abuk bir yorum sarkıtan arkamdaki oksijen israfı kişi, hala yaşıyor oluşunu çıkıştaki kalabalıkta seni bulamamış olmama borçlusun, bilgine.
  • son olarak; sigara içilebilen bir salon istiyorum, yetkililere arz ederim.

18 Aralık 2009 Cuma

irşat kitabı

“bir gün birine, seni kim çizdi, dedim. kader, dedi. kader nedir ki, dedim. senin kulağına fısıldanan sana giz, bana ayandır. tanrı şakacı palyaço, kaderse onun kahkahalarının dinmeyen yankısıdır, dedi. palyaçodan korktum, onu ustam belledim.”

  • kendinden başkasının nasihatine güvenme. nasihat kişiseldir, herkesin gediği ayrı sıva ister oysa. birini uçuran söz, öbürüne pranga olur.
  • hakikat duvarını aştığında masal hızında düşlemeye başlarsın. o diyarlardan dönme bir daha! zira, hayatın kitabı masala uyumsuz kalır. kendini hırpalarsın!
  • hayatın acemisi olanı sevme! hayat acemiliği dediğin bir-iki günlük iş. üçüncü günde pişmeye başlamıyorsa, ya gözlerinde vardır bir arıza ya algısında. yüreği arızalı olana rast geldiğindeyse, durma kaç! o, profesyoneldir, kaderin ticaretini yapanlardandır..
  • kendi adına konuşmaya korkan için sen de sus! cümle tabansızlara baht biçecek sen mi kaldın? o tanrının işi de, tanrı insanı küfür belleyip dilsizliğe vardı, ne çare…
  • konuşkan, dil oynatır, kelime parlatır. sözün ustasıdır, yankı üstüne yankı patlatır. suskun ise bir el eder de, konuşkana nal toplatır dile getirmede.
  • konuşkan yerde, suskun göktedir. biri rast geldiğini anlatır, öbürü sonsuzluğu çözmekle geçirir günlerini.
  • konuşkanın dilinden, suskunun bakışlarından kork!
  • insanın menzili menfaati, hatırı bir küfür kadardır. üstüne sıvanmış etini bile sevmez insan; ruhuna ha bire paye biçer de, yeri geldiğinde onun bile fiyatı vardır.
  • saymaya sıfır’dan başla. sıfır hiçliktir, hiçlik her şeydir. hiçlik, her şeyin varlık sebebidir.
  • meta’dan muaf insan olur mu? olur! kıl payı yaşamak katılmışsa bir kez hamuruna, para da batar ruhuna, ev de, araba da.. ama öylesi gerçek delidir, zor bulunur.
  • hiçbir kurt bir insanı emzirmez. o dediğin, olsa olsa, açlıktan nefesi kokan insanın çelişik sanrısıdır.
  • kişilere has düzen yoktur, milletlere has düzen yoktur. düzen, cümle insanları kapsıyorsa eğer, sözlükteki karşılığını bulur.
  • herkesin son nefesinde kusmak için yuttuğu bir yalanı vardır. yok diyenin, hayatı yalandır.
  • seksi göz ardı edersen, fikrin abaza kalır. seksi amaç edinirsen, yüreğin sığ kalır.
  • ruhu bütün adam, acıya sağır adamdır. görmeyene göz, duymayana kulak, yatalağa ayak bulunur da, hissize yürek yoktur bu dünyada.
  • tanrının alemleri ve dahi ol yaradılmışları yazdığı kalemi çift uçluydu. birinden kara yazardı, birinden beyaz. karadan ölüm aktı, kötülük aktı insanın içine. beyazdan yaşam aktı, iyilik aktı. kara beyazı perdeledi zamanla. insanın cisminde sonsuzluğu, içinde iyiliği göremeyişin ondandır.
  • sözün tevazusu öznenin çoğulunda dillenir, yazının tevazusu harfin küçüğünde gizlenir.
  • zalimin hançeri elinde, mazlumun hançeri kinindedir. bu hesap baştan yanlıştır lakin, bir devir sonra mazlum zalimle, zalim mazlumla illa ki yer değiştirir.
  • kendine gaye edin, naranı bul. kanını kat ikisine, masalını oluştur.
  • elini havaya bula, suya bula, toza toprağa bula; dünyayı tanı. gönlünü yıldıza bula, aya bula, güneşe bula; evreni tanı.
  • kahkahanı sahteden, gölgeni kuytudan uzak tut.
  • şu dünyada bir toz zerresi kadar hükmün yok, umutlanma. senin sözüne kıymet verecek yine sensin. kendine de söz geçiremiyorsan, hiçsin. hayatın sureti gazaptandır sana.
  • yalnızlığına küfret, lanet et; ama ayrı düşme. alemlerin heyulasından yorulunca sığınacak kapı yine o olacaktır sana.
  • sevişmek günahmış, yalan! varsa da bir ayıbı, utancını ayıp listeleyen aklı-evveller çeksin. aşkı dillendir, sevgiyi payelendir.
  • nasıl istersen öyle yaz, yeter ki kelimenin kibrinden sakın. kalem fikrine değil, fikrin kalemine hükmetsin.
  • cümlenin düşüğünü sev, kusursuzuna yüz verme. kusursuz olan tamama ermiştir, kısır kalır. yazan bir tarafı eksik olandır,bütünlük onun neyine?
  • alemin yüzüne tükürürken kendi üstüne kusmayan alçaktır.
  • “oluş”a kara değdi, bozuluş oldu. “seçim”e gölge düştü, hürriyet yalan oldu…
  • kötülük çoğalanlardan, iyilik azalanlardan vücut buldu. bir tufan paklamadıysa dünyayı, ötesini ummak boşuna…
  • “son söz” diye bir-şey-yok-tur!!!

17 Aralık 2009 Perşembe

anne bak, yolda bir ejderha yavrusu buldum. benim olabilir mi?!


evcil hayvan dükkanındaki abi, niçin baktın bana öyle?! hadi baktın, ne diye bir adım geriye kaçıyorsun pamuk abicim? sürüngen sevmek ne zamandan beri deliliğin delaleti oldu? zaafımı ifşa ederek cezai ehliyetimden muaf mı bırakıldım ben şimdi? kafamda huni mi taşımam gerek bundan böyle, nedir yani?!

sürüngen cinsine zaafım var, evet. kaldı ki, hep bir ejderham olsun istemişimdir. bunun birçok sebebi olabilir. mini mini birlerden çalışkan ikilere geçme evresinde fazla masal dinlemiş olabilirim. lisede etrafa "eki eki, ben tolstoy okuyom ki" diye caka satıp, eve gelir gelmez fantastik hikayelerime gömülmüş olabilirim. ergenliğimin en abaza günlerinde beyaz atlı prensimin kaslı sinesini hayal etmiş olabilirim. hatta ve hatta, şovalyelerin ve ejderhaların olmadığı bir dünyada yaşamak istemiyor olabilirim. ve bugün dükkanına gelip, "20-30 cm boylarında dikenli çöl kertenkeleniz var mı acaba?" diye sormuş da olabilirim. ne olmuş yani?!!

ayıptır! seke seke geriye kaçmak da nesi?  sen anlayamadın ama, son derece de aklı başında bir insan evladıyımdır ben. mesela, en kaslısından prenslerin varolduğu bir masalın kadrosunda, en fazla sindirella'nın gelinliğini diken terzi yamağı olarak rol kesebileceğimin bilincindeyim. mesela, pantolonlarımın arasına sakladığım kertenkeleyi bulduğu o talihsiz anda ciyak ciyak bağıran annemi yatıştırmak için "ama ama.. büyüyünce ejderha olacak o!" derken, aslında böyle birşeyin olmayacağının da bilincindeydim. üstelik tüm bu farkındalığa ulaştığımda 7 yaşında, bit kadar bir velettim! gerçi yeterince beslersem hayal ettiğim boyutlara ulaşacağını farz ettiğimden, sabah akşam sinek tıkmıştım hayvanın boğazına. ama olsun, o kertenkele hüsnü'yle benim aramdaki mesele, seni hiç ilgilendirmez!

hani müşteri her daim akıllı ve haklıydı? hani müşterinin en abuk soruları bile, "vardı, ama kalmadı. bi daha da zor gelir" konulu bir nezaketle cevaplanırdı? gerçeğin yoluna çıkmak için masalın yolunda can tüketmek düsturu mazide kalmış olabilir, işin o kısmı kendine hakim olamayan şahsımın hatası.  amma velakin senin içindeki esnaf terbiyesi ne vakit öldü güzel abicim?!

ne diye gözlerini belertip travmalı ruhumu "bi doktora mı görünsem acaba?" kıvranışlarına gark edersin? yazık değil mi? şimdi, yarın sabahın köründe huzuruna damlayıp, hazır nazarındaki sıfatım da deliye çıkmışken, dükkanındaki satılık tüm canlıların soyunun sopunun ederini 42 kez sorguladıktan sonra kafamdaki huniyi eline tutuştursam ve akabinde hiçbir şey almadan çıksam, sana reva, bana hak değil mi?!

14 Aralık 2009 Pazartesi

tanrı katına arzımdır..


yakındır. yeni bir din gelecek. bugün, değilse yarın, olmadı öbür güne garanti. haklı sebeplerim var , nah buraya da yazıyorum okuyucu. canına yandığımın dünyası iyice boka batmış, buram buram tütmekte.. birbirimizin gırtlağının sıkmak sıradanlaştı, diğer eliyle de kendi ümüğüne yapışan  ultra sado-mazo kişiliklere evrildik. pedofili, nekrofili, zoofili bir yana, eşyalarla sevişenimiz bile var. kronik depresif, çokça obsesif, intihara meyyal hayatlar yaşıyoruz. mutsuzum, mutsuzsun, mutsuz! kökümüze bir kibrit suyu dökenimiz bile yok üstelik. tanrı hala bir böcek gibi ezmiyorsa kafamızı, hayran olunacak kadar iyimser demektir. geriye tek bir seçenek kalıyor: yeni bir din.

ileriyi görebilitemden aldığım güçle, gelecek olanın katılımcı bir din olmasını da umut ederek bazı taleplerimi sıraladım, açık dilekçe babında yayınlıyorum:
  • yeni kitap 20 sayfayı geçmesin, az ve öz olsun. zira, okumayı seven bir  ırk değiliz. uğruna adam öldürdüğümüz kitaplardan bihaber yaşıyoruz. hatta garantiye almak için mikroçip halinde tasarlanıp, direkt  olarak beynimize yerleştirilsin.
  • ilk kelimesi "git", ilk okuyanı da deniz baykal olsun.
  • allahın sopası olsun; tanrıyla kul arasına girenin, dini siyasete alet edenin tepesine indirsin.
  • peygamberi ikoncan olsun, donunun markasını, solaryumunu, bir gecede kaç kez eller havaya yaptığını felan takip edelim; hayat lay lay lom olsun.
  • 3 sevaba 1 bonus olsun.
  • "müşteri memnuniyeti hattı" kurulsun.
  • kredi kartına taksitle ve vade farksız cennet anahtarları dağıtılsın.
  • ctrl+f ve ctrl+alt+del desteği muhakkak olsun.
  • kamera açsın.
  • "kadınlarınıza söyleyin ki.." şeklinde cümleler olmasın, kadınlar muhatap alınsın.
  • tanrı bize para versin (yollasın peygambere, biz ondan tahsil ederiz). nefs açlıkla terbiye edilmiyor belli ki.
  • şeytan artık hatasını anlamış olsun, babaya sığınıp af dilesin. onun eşekliğine bizi yakıyorlar öte tarafta.
  • burada günah olanlar cennette de günah olsun. ömrüm bu çifte standartı anlamaya çalışmakla geçti.
  • tanrı aşk hayatımıza el atsın: aldatan yansın, aldanan yansın, sevip de korkusundan kaçanın allah anında belasını versin.
  • her yıl başka bi ülkeye hacca gidilsin, arapların rantı bitsin.
  • çocuklar ölmesin, şeker de yiyebilsin.
  • "tayyip ilen aptullah" birer kuklaya çevrilsin, herkes kıçıyla gülsün. şeytan yerine de hocaları fethullah taşlansın.
  • bütün dünya buna inansın, hayat bayram olsun.

11 Aralık 2009 Cuma

yediğin paralar müsait bi yerini tıkasın orhan!!!





adı: orhan yaşar
soyadı: çelik
ev telefonu: +90.2163623956
email adresi: saykorhan@gmail.com 
IP Address: 67.205.45.39 
cep telefonu : (533) 696 4222 
adresi: ışıklar apt 34/24 kozyatağı istanbul 
bankası: garanti bankası kazasker şubesi hesap numarası 6681389


adına kayıtlı 49 sitenin sahibi. ve sahip olduğu sitelerden gelen reklam paralarıyla beyler paşalar gibi geçinmekte. varsa bir mesleği, bilmiyorum. bildiğim tek şey, son iki-üç gündür bu isme takip ettiğim çoğu blogda rastladığım; ve hepsinin ortak şikayeti yazılarının çalındığı yönünde. emek sahiplerinin çeşitli uyarılarına rağmen çaldığı yazılara link vermemiş, çalmaya ve başkalarının yazılarından para kazanmaya devam etmiş bu sanal hırsız nasıl durdurulur, durdurulabilir mi ya da benim bloğumdaki cılız destek ne derece yardımcı olur, bilmiyorum. sadece bu linklerin mümkün olduğu kadar çok blogda görünmesi emek ve fikir sömürüsüyle yaşayan bu parazitin sahibi olduğu sitelere girişi azaltması açısından biraz olsun işe yarar diye düşünüyorum. 



http://cesetizleri.blogspot.com/2009/12/cal-oyna-orhan-celik.html


ilgilenenler, tepki koymak isteyenler yukarıda verdiğim linklerden ayrıntılı bilgiye ulaşabilirler.

10 Aralık 2009 Perşembe

röntgenciyim, röntgencisin, röntgenci!


son bir kaç gecemi hayvanların çılgın seks hayatı şenlendiriyor okuyucu. national geographic'in bir belgesel dizisi var: hayvanların seks hayatı. bölümler halinde yayınlanmakta. belgesel dedik, genel kültür dedik, ahlakımız bozuldu yemnederim. öyle böyle değil, bu dört ayaklıların içine fantazi şeytanı kaçmış tevbe bismillah. bir de benden söylemesi, bak izlerken televizyonun başında uyuklama; rüyana giriyor edepsizler..
  • kutup ayılarının çiftleşebilmek için dişinin izini sürerek 30 km yol yaptığını, yol boyunca 90 kg zayıfladığını, dişininse peşine düşen erkekleri beklerken karlara belenerek keyif yaptığını,
  • penisinde kemik bulunan tek canlının erkek kutup ayısı olduğunu ve zorlu bir seks sırasında dişiyi memnun edebilmek için uğraşırken bu kemiğin kırıldığını,
  • fillerin penisinin 2 metreden uzun olduğunu ve manevra(!) kabiliyetinin bulunduğunu,
  • bonobo denilen, primat ailesinden bir maymun türünün günün büyük kısmını seks yaparak geçirdiğini, partner açısından hiç de seçici davranmadığını, büyük-küçük, dişi-erkek demeden oral seks dahil her türlü pozisyonun barındığı bir ortam kurabildiğini, 
  • ağustos böceklerinin 17 yıl toprak altında kaldıktan sonra topluca yüzeye çıktığını ve kabuk değiştirmekle başlayıp ölümle sonuçlanan seks ritüellerinin 47 gün sürdüğünü,
  • dişi ağustos böceklerinin en güzel müziği yapan erkeğe tav olduğunu, 
  • dişi balinanın kimseyi boş çevirmeyip, arka arkaya beş-altı erkekle birlikte olabildiğini,
  • erkek balinaların acayip centilmen olup dişiyle çiftleşebilmek için terbiyeli bir şekilde sıra beklediğini, ve zaten dişiyi en son ilişkiye giren erkeğin döllediğini, 
  • cinsini unuttuğum bir kemirgenin erkeğinin günlerce süren çiftleşme esnasında harcadığı efordan dolayı postundaki tüylerinin dökülüp kelimenin tam anlamıyla "kuruyarak" öldüğünü,
  • dişi akrebin tıpkı peygamber böcekleri gibi seks partisi bitince erkeğini öldürüp yediğini,
  • istiridyelerin çiftleşme için hangi cinsin avantajlı olduğuna bağlı olarak duruma göre cinsiyet değiştirebildiğini,

biliyor muydunuz?

ben bilmiyordum, öğrendim şükür. genel olarak kültürüm arttı, huzur buldum, artık daha entellektüel bir yaşam tarzını benimseyeceğim.

bu arada, kutup ayılarının penisindeki kemiğin avcılar tarafından çıkarılıp başı altınla kaplanmak suretiyle çay kaşığı olarak kullanıldığı gibi gereksiz bir bilgiyi de bir talihsizlik sonucu öğrenmiş bulunmaktayım. üstelik asla unutamayacağımı bildiğim halde hafızamdan silmek için efor harcıyorum. sen de bil, sen de unut!

8 Aralık 2009 Salı

artık benim de internetim var, abieğ!



evimde internet bağlantısı var, allaam ne saadet! bugün modemi bağlamaya gelen herifi öpecektim az daha, o derece sevindim yani. "ne var ki bunda?!" manalı "hıh!"ladığını duyar gibiyim okuyucu, sakın! bu ev ilk kez küreselleşip, kendini dünyaya açıyor; kırma kalbimi. şurda iki satır mutlu olacağız, değil mi? bit kadar çocukların bile odasında internetleri var, ama benim yok(tu!)..


kafamı bozma okuyucu, çok pis küçük emrah'a bağlarım, geceni ajite eder, ızdırabın olurum yemnederim.

şimdiii...

  • sevgiliyi uğurla; tamam.
  • kapıyı kilitle; tamam.
  • kahve suyu koy; tamam. 
  • şööyle rahat bi pozisyon bulup, bi de sigara tellendir; tamaaam.
mefisto'yu arayan, bloglar arasında bulur. 
amin.

7 Aralık 2009 Pazartesi

oha!



sigara ile savaş vakfı onursal başkanı prof. dr. orhan kural, kısa süre önce gösterime giren “bornova bornova” adlı filmin gençleri sigara tüketmeye özendirdiğini savunarak, savcılığa bu konuda suç duyurusunda bulunacaklarını bildirdi. kural, yaptığı açıklamada, senaristliğini, yönetmenliğini ve yapımcılığını inan temelkuran'ın yaptığı, geçen ay gösterime giren "bornova bornova" filminde gençlerin yoğun şekilde sigara içerken gösterildiğini öne sürdü. sigaranın insan sağlığı üzerindeki kalıcı zararlarına rağmen filmin gençleri sigara tüketmeye özendirdiğini iddia eden kural, bu duruma seyirci kalmalarının mümkün olmadığını söyledi. kural, filmde bir sigara firmasının gizli reklamının da yapıldığını savunarak, “filmde sigaranın yer aldığı sahnelerin süresini tespit ettik. hukuki hazırlıklarımızı yapıyoruz. büyük bölümünde sigara içildiği ve bir sigara firmasının reklamı yapıldığı için film hakkında, tütün kurulu'na şikayette bulunacağız. ayrıca, savcılığa da suç duyurusu yapacağız” dedi.

doğrudur!  ben şahsen izledim, özendim. evet! bir paketten ikiye çıkardım, kafam böyle dumanlı dumanlı geziyorum. o kadar ki, beni kafese felan kapatsınlar, internetin, televizyonun yüzünü göstermesinler, sinemaları da kapatsınlar istiyorum. orhan kural amcama da buradan sesleniyorum: 

"orhan amca, ulu insan! babamı sildim yeminlen, senden haber bekliyorum. beni evlat edin! ben de böyle delirmek istiyorum. sinemalara gidip acep sigara içmişler mi, alkol almışlar mı, af buyur sevişmişler mi felan diye bakmak, sonra da bi koşu dava açmak istiyorum. sorumlu vatandaş güdülerimden aldığım güçle sanatçı tayfasına gününü göstermek için hazır ve nazırım; bilgine!"

27 Kasım 2009 Cuma

işkence bazlı bayram özel poroğramı



bayramınız kutlu olsun lan sevgili blogırlar! 

çikolata, şeker neyin serpiştirirdim de sayfaya sonra vazgeçtim. tuttum elinden johnny'i getirdim sonra bayram şekeri niyetine. bu kıyağımı da unutmayın. bak ne şeker şeker gülümsüyor, koru sen allah! 

pişşt heveslenmeyesin okuyucu, o gül tamamen şahsımadır! zaten en fazla gülünü verir, gider. hiç kıkırdayıp cilvelenecek halim yok. zira, her yerim ağrıyor. isyan halindeyim. yok mudur şu bayram temizliği denen işkenceyi yasaklayan şöyle kıyıda köşede kalmış bir kuran ayeti? yeter çektiğim, tüm kaslarım bana karşı bir örgütlenme içinde. ya bana mazlum kontenjanından cenneti felan müjdeleyin, ya da "anneye yardım et, terbiyesiz!" diye durup durup ötmeye başlayan vicdanımı kapatacak bir tüyo verin. bu ne ya? yardım et de kardeşim, anne durmuyor ki hiç! reklamlardaki şizofren karılar gibi boyuna temizlik, boyuna deterjan, çamaşır suyu.. sana yemin ederim radarı var okuyucu. kazara bir sehpanın tozunu almayı unutsam, öbür odadan koşarak gelen işkencecim tarafından "yok yok, seni hastanede karıştırdılar, kesin!" çemkirişli kabuslara maruz bırakılıyorum. ya ben evimi iki ayda bir zor temizliyorum, kimsenin bir şikayeti olmadı şimdiye kadar.. olana da, hiç çekinmem, bulaşık yıkatırım! terörize ederim lan bir anda ortamı! gelmesin bana öyle yok halının püskülü kirliymiş, yok perde kırışıkmış bakışlı insanlar! içsin birasını, yesin cipsini, otursun adam gibi!

yalnız, bunu anneye söylememek lazımmış , onu anladım. şöyle beş dakika kadar baktı galiba yüzüme. o an aklından "küçükken bi yetimhaneye felan mı bıraksaydım acaba?!" türünden şeyler geçmiyorduysa, şu çamaşır suyunda boğulayım! 

kendimi hiç iyi hissetmiyorum okuyucu. anneme bakınca şarkı söyleyen bir toz bezi görüyorum: "balerina ciftir benim adım, bakın bana bakın ıslanıp hemen temizlerim ben sizin temizlik beziniziiiimmmm!" oysa ben daha çok domestos reklamındaki mikrop gibi olmasını isterdim: "kötüyüm ben, kötüyüm. herkesi hasta ederim, ederim. ishal yapar kustururum ehehe!" hayat öyle daha eğlenceli olurdu kanımca..



pavlov'un köpeğine döndüm yemin ederim. ne zaman bir ayak sesi duysam "valla yapıyorum, bak, cillop gibi oldu vitrindeki cıncıklar!" diye çığıraraktan fırlayıp toz bezini alıyorum elime. ev bal dök yala tarzı pırıl pırıl, bayram boyunca batmasını izleyeceğiz hep birlik. böyle de bir anormal durum.


şimdi kaçıyorum okuyucu, misafir geldi, daha kahve yapacağım. 


"balerina ciftir benim adım, bakın bana bakın ıslanıp hemen temizlerim ben sizin temizlik beziniziiiimmmm!"


24 Kasım 2009 Salı

telefonda sabah deliliği..


+ anneeeee, örtmenler günün kutlu olsuuuunn!!!

- bi ben mi varım öğretmen?

+ öbürlerinin numarasını ne biliim anne ya?! canlı yayına mı çıkayım? hayret bişi..

- anne denmez, öğretmenim diyeceksin. bugün öğretmenim ben, anne değilim. hocam da yok!

+ taam örtmenim, kıymet verilmeyenim, maaşı düşük tutulanım.. elini öptüm say.

- tamam telefonu meşgul etme, daha öğrencilerim arayacak!

+?!!  allaam ya..

23 Kasım 2009 Pazartesi

merhaba dünyalı, biz doktoruz!


  • peru'da şişman insanları kaçırıp öldürdükten sonra yağlarını kozmetik şirketlerine satan bir çete yakalandı.
  • dünya kozmetik pazarında bir şişe insan yağı binlerce dolardan alıcı bulmakta. 

ne şimdi bu?! bu ne?! nerdeyiz ki biz?! burası neresi?!


nerede kaldı lan bu tufan?!!


suratımızda çarptığımız taşların pütürlü izi, kapatmak için sürdüğümüz boyaların hammaddesi yine kendimiz! daha ne kadar dibe vurabiliriz ki? dünyanın en büyük sorunu küresel ısınma değil arkadaşım. ebesini bellediğimiz ekolojik sistem değil en büyük derdimiz. açlık değil, pedofili değil! cinayet hiç değil! hepsinin temelinde yatan şizoid paranoid ataklarla beslenen, cinnete bulanmış beynimiz!

toplu bir histeri halindeyiz. madem birbirimize katlanamıyoruz, şu deliliğimize kişisel çareler bulmak lazım. bazısı var, ne zaman delirse bir akor basar elektroda, yüz binlerin haykırışına bedeldir sesi. bazısı yazar, başka çaresi yoktur çünkü. ve bazısı bir mısra savurur da, son insan ölene dek dinmez yankısı. sok, arkadaşım, elini gırtlağından içeri, bak, orada bir pıhtı var: kocaman, sinsi..tut ve çek! olmadı, kus! ve kusarken illa ki bulaştır kendi üstüne. ne yani, tüm suç şovenist domuzun, öyle mi? dini imanı para olmuş kapitaliste mi atalım tüm suçu? insanlığın sorumluluğunu almayacak mısın? almayacaksın öyle mi? insanlığın üzerine kusarken kendi üzerine bulaştırmıyorsan, o kadar da havalı değil bence.


evrim ne zaman tersine döndü, bir bilen var mı? bana da anlatın bir ileri iki geri işleyen evrim yasasını. giderek gelişen aklımızda kurduğumuz bir yalan mıydı "medeniyet"?


bu dünyada kallavi bir anarşizm lazım bize. çığlık atmak lazım. böyle ne zaman daralsak, şifa niyetine.. öte dümya zaten gereksiz. bizi cehennem falan paklamaz, ateşe atılan her odunda daha fazlasını isteriz biz. iblis mazoşist ruhlarımızdan tiksindi de, tanrıyla anlaşmasını bozdu çoktan. bir de kocaman kahkahalar savurdu kendine kötü diyenlerin yüzüne yüzüne, tam da giderken. çığlık atmak lazım, konuşmak değil. konuşarak bir yere varamadığımız aşikar. kelimeler eteklerimize bağlanmış taş misali. kendi sesimiz sağır etmiş bizi.


"kuşlar," diyorum kafamın içindeki iflah olmaz gevezeye, "konuşabilselerdi eğer, uçamazlardı; anlıyor musun? paragrafa kayan cümleler kurmaya meyyal dilimizi tutup, kendimizi "eylem"in iş bitiriciliğine inandırmamız lazım."


"insan dediğin, iki ucu boklu değnek," diyor tükürür gibi. "karnınızda böbrek taşları gibi taşıdığınız gayya kuyusu zehirliyor sizi. siz hepiniz cenabet öleceksiniz! çığlık mı? senin çığlık dediğine, biz ateş düşürücü diyoruz. anlık ferahlamalarla mı avutacaksın günahkar ruhunu? oysa tüm insanlık uzun zamandır taşıyor bu yaşam düşmanı virüsü. tüm bunlar yapılsa bile gene ateşleri yükselecek, en nitelikliler kendilerini, daha niteliksizlerse birbirlerini yiyip duracaklar boşuna."


tüh'lü geniş zamanlara döndü ömrümüz. yok mudur evrenin bir köşesinde yazıklanmalarımızı duyacak kozmik bir kulak? yok mudur akıl hastalığımıza kesin bir ilaç, patlatsalar tepemizde? her yağmurla biraz daha iyileşsek? 


hani bize söz verilmiş bir toplu katliam vardı? tut sözünü artık, tanrı! gönder azgın sularını, ez şu lanet başımızı!




21 Kasım 2009 Cumartesi

kültürel hayata katkı da yaparım icaabında!


son günlerde biraz sıkıntılıyım okuyucu. uyum problemi yaşıyorum resmen. altı aylık bir tecritten sonra iş, aşk, arkadaş yoruyor insanı. ama en çok da her gelene sil baştan aynı cümleleri kurmaktan yorgunum:


"hı hı iyileştim, evet. yaa yaa di mi, ne kadar uzun sürdü? ama işte her bi yerimi özenerek kırdım yani, ancak toparladılar doktor amcalar el birliğiyle."


teftiş sırasında sorulacakların cevabı önceden ezberletilmiş hababam öğrencisi misali, otomatiğe bağladım, önüme kim çıkarsa, muhabbetin özü ne demeden dayıyorum aynı cevapları.


"+ senin için şöyle böyle diyorlar doğru mu?
 - doğrudur; yattım, evet!
+ nerede?!
- annemlerde.
+ aaa nası yani?!
- şöyle ki, bana bir oda verdiler, orada yattım kalktım.
+ ne zaman oldu bu?
- altı ay boyunca her gün!
+ allaam sen koru! ne günlere kaldık..
- yaa yaa di mi, e altı ay, dile kolay..
+ annenler bişey demedi mi?
- başta üzüldüler tabii, alışamadılar felan. ama sonra onlar da kabullendiler, sağolsunlar.. doktor tavsiyesi sonuçta.
+ doktor da mı var işin içinde?
- e tabii en başta o. kendi kendime yatacak halim yok ya! hatta önceleri ben istemedim de, zorla, tehditle felan yattık işte altı ay!
+ ee şimdi ne oldu?
- ne, ne oldu? alçılarım çıkınca kalktım işte nihayet.
+ alçıların mı?! kuzum sen neden bahsediyorsun?
- kazadaaaan! sen?!"


meğer dedikodu yapası varmış haspamın, ne bileyim ben? annemin evinde dedikodu mu vardı?! unutmuşum resmen..


sevdiceğim baktı olacak gibi değil, "sen gel bakalım benle yavru kuşum. iyice karıştırdın sen!" diyerekten aldı beni sinemaya götürdü. maksat kafamız dağılsın, mevzuu mühim değil yorumları eşliğinde 2012 filmine bilet aldık. ben, filme girdik, üç saat sonra da çıktık diyeyim, sen beni yormadan gerisini anla okuyucu. on dolbi siteryo gücünde üç saatlik bir yıkım; gerisi fasa fiso!


mevzu zaten kullanıla kullanıla yama tutmaz paçavralara dönmüş kıyamet mevzusu: hubblegillerden mayaların vakt-i zamanında yaptıkları öngörü doğru çıkıyor ve güneş sistemindeki tüm gezegenlerin 2012'de aynı hizaya gelmesiyle birlikte, güneşteki patlamalar o güne kadar görülmemiş şiddette yaşanmaya başlıyor. güneşteki patlamalardan etkilenen dünya çekirdeği giderek daha fazla ısınıyor ve karaları tutan katman eridiğinden kıtalar yer değiştiriyor, dinozorların köküne kibrit suyu döken göktaşı dünyaya çarptığında olduğu gibi kutupların yeri bir kez daha değişiyor, şehirler büyük depremler sonrası birer kratere dönüşüyor vs.. efektler "valla iyi yıkıyo bu holivud da ha! bu amerikalı tayfasının en iyi bildiği iş yıkmak zaten." dedirtecek cinsten. başta devlet başkanları olmak üzere herkes kendi kıçını kurtarma peşinde. garibim insanların hiçbir şeyden haberi yok. danny glover abimiz de amerikanın yüce ahlaklı, kahraman dürtülü başkanlarına bir yenisini daha eklemiş. o güne kadar umursamadığı insanlarla birlikte ölmeyi seçiyor son anda. yumurta kapıya dayanınca mı aklına geldi, hacı? sen ahlak kapısının eşiğinden geçmemişsin, değil ki basamakları tırmanacaksın! diye sorarlar adama. yeri gelmişken, nedir bu amerikalıların filmlerdeki zenci ya da kadın başkan takıntısı, birader? hani yani 2012'de cidden kıyamet kopacak olsa, kıyametten üç yıl önce bir zenci başkan seçmeyi ancak becerebilmiş, kadın başkanı da henüz gururuna yedirememiş bir milletsin sen arkadaşım. ya olduğun gibi, ya göründüğün gibi; değil mi ama?


bir de gen havuzu mevzuu var ki, işte orada cidden sinirlendim, okuyucu. kıyametin 2012'de kopacağı belli olduktan sonra devletler gizli bir örgütlenme içine girerek, bir "öncelikle kurtarılacaklar listesi" hazırlıyor ve insan soyunun sürmesi için kaliteli genlere sahip olanları operasyona dahil ediyorlar. listenin başında da devlet başkanları var, ne hikmetse! yahu bir ülkedeki en yüksek maaşı almak ne zamandan beri üstün-insanın alamet-i farikası oldu? hadi onu geçtim, kaliteli genlere sahip olduğu iddia edilen kişiler, çin hariç, hep avrupa ve amerika ahalisi. çin de işçi kontenjanından yırtıyor zaten. bu hesaba göre beş kıtanın üçü çürük! e ama kıyamet tespitini yapıp size haber veren bilim adamı hindistanlı, onu niye ölüme terk ettiniz arkadaşım? hani kaliteli gendi?! böyle bir havalar felan, ne bu burnu büyüklük canım? "hay geniniz kurusun, burnunuz düşsün de, böle cüzamlı gibi dolanın yıkık memleketlerde!" diyerekten çıktım ben filmden. kafa dağıtalım derken, asabiyetim üçe katlandı. öyle üçü-beşi aramamak lazım, diyen sevdiceğim de olmasa, sinirimi sıksan kavga çıkaracak bir hale geldim.


o diil, dünya güneşte kalmış dondurma misali vıcık vıcıkken bir allahın kulu da sıcaktan yakınıp terlemez mi diye sormadan edemiyor deli gönül. bi terle, bi yaka bağır aç, iki yellen şöyle elinle! yok! sen yine de bana bakma balım okur. git yani gideceksen. zaten şu ekseni kaymış halime ek obsesyonlarımla ben kiiim, sinema eleştirmenliği kim allasen?!


14 Kasım 2009 Cumartesi

bir serkeş kazazedeyim hayat yolunda


döndüm!


simdi bu böyle tek kelimelik saçma bir giris oldu, farkindayim. yine de yataga bagimli geçen alti aylik bir esaret evresinden sonra, benim için su tek kelime, saçma olsun olmasin, resmen ilaç gibi.


söyle kiii,


(görüntü buzlanir, ekranda bi geçmise dönüs ambiyansi yasanir…)


mayis ayinin mel’un bir gecesiydi. (diririm dirim! yok yok, ben bu isi beceremeyecegim, okuyucu. bi zahmet korkunçlu notalar geçir aklindan beyle beyle!) baykuslar ötmekte, bahar yeli hazin hazin esmekteydi. yakinlardaki bir karaoke bardan mefisto namli olay kişisi kendini sasirmis bir halde çiktiydi. (pis sarhos!) ve yine kendisi gibi agziyla içmeyi beceremeyen arkadaslariyla beraber arabaya bindiydi. ve yüz metreden fazla gitmeyi beceremeyip duvara yapistilardi. aklindan geçen son sey, kesin bardakilerin ahi tuttu, o sarkiyi söölemicektin kizim, olduydu.  (bu kisim hayli aglak; agir aksak, hüzünlü bi ritimden asagisi kurtarmaz.) ve kalçasini, ve bir kolunu, e bu da yetmez diyerekten bilimum kaburgalarini hasat ettiydi. ve tee o günden beri sehrinden uzakta, baba evinde yere paralel, yatakla bir bütün yasadiydi…


iste böyleee. simdi basa sariyorum:


döndüm! artik daha anlamli geliyor degil mi? evet!


döndüm dönmesine de, böyle uzun zaman her seyden uzak kalmak zor sey be okuyucu. alti ayda neler çektim, bir ben bilirim. sevgili bi yandan mizmizlanir, e gel artik, diyerekten. yatiyoruz, bakima muhtaciz herhalde, dersin; ben sana bakarim, olmadi yanina yatarim, der. her seye de verecek bir cevabi var maasallah! e ben annekadina ne diyecegim de gelecegim peki?


“tamam artik, nöbet degisimi! anne sen çekil aradan, sevdicegim gelsin!” mi?


annem zaten bebek bulmus gibi.. yattigim odadan çikar çikmaz koridorda babamla karsilikli çok pis göbek attiklarindan süphelendigim tavirlar içindeler. yani kizlari eve dönsün de hafif yamulmus olsun canim, ne çikar sanki?! kirilmasinlar diye sürekli ertelenen dönüs tarihleri bi yandan, boyuna papaz oldugum sevgili öte yandan.. zor is vesselam.


neyse iki gözüm, aman ha sogukta kalma, aman ha ayakta fazla dikilme bacagin agrir, aman diyim kahve içme, ihlamur, adaçayi, bilimum ot çöp neyin al da iç, daha saglikli onlar! nasihatlari ve bissürü bissürü ev yapimi yiyecek içecek paketleriyle evime geldim nihayet. yalniz o kadar alismisim ki kalabalik yasamaya, ev pek bi sessiz, pek bi issiz geliyor simdi. bi de dün aksam “anne yine mi pijamalarimi  yikadin ya?!” diye koridora taraf bagirirken buldum kendimi.. eski hayatima yeniden alismak zaman alacak galiba.


haa unutmadan, yerle yekvücut geçirdigim aylardan ve bu da kulagima küpe olsun ilkesinden hareketle (ilkeli bi kisiyimdir, evet!) kendime bir “hayatta kesinkes yapilamayacaklar listesi” hazirlamis bulunmaktayim. yeri gelmisken onu da yazayim da, aradan çiksin:


a.    agzindan baska bi yerine içki sürme! (meali, efendi gibi iç, civitmanin alemi yok!)

b.    yok garsonun gözleri ahuymus, yok boyu fidanmis felan bunlar bos seyler, ööle adama bakacagim diye bi bardak bitmeden digeri siparis edilmez!

c.    içip içip “ehehe ben de söölerim ki” nidalariyla her gördügün mikrofona yapisma! sesinin oktavi kadar konus! hem gördüm ben, o ön masadakiler toptan kulagini kapatti!

d.    bardan gözleri sasi bakarak çikip “ekieki, simdi daa bi küsel sürülür bu araba, biliyon mu?” diyen bi adamin kullandigi arabaya binme! sasiligindan killanmadiysan bu cümleden sonra,  gözünü seveyim, ayil!!!

e.    bi daha öne ben oturucam da ben oturucam,  diye sebeklik yapma! toplulukta gicik kaptigin birini bul, ön koltuga onu sabitle!

f.    hastane görevlisi “ailenizi arayalim hanfendü” dediginde, garibim, yetimim ayagina yat, yemezse etrafta bulabildigin en agir cisimle kafasina vurmaktan çekinme!

g.    gideceksen dönme, döneceksen gitme! bi ööle bi böle ambele oluyor insan. bizimki de kafa de mi?!

h.    illa kiracaksan bi dahaki sefere bacaklarindan uzak dur! sen en iyisi kafani felan kir! hem nasilsa bi halta yaramiyor gidinin balkabagi, patlasa ne olur?!



11 Kasım 2009 Çarşamba

sayrılanıyorum, demdir bu!

“allah rızası için bana iş ver abi! sakatım, özürlüyüm; kimse iş vermiyor. ben de çocuk bakıyorum, yazık değil mi? ne iş olsa yaparım be abi.. ayağının altını öpeyim bir iş ver bana, allah rızası için…”

bu yakarı, kahvaltı esnasında balkon kapısından bana ulaştığında günümün aldığı şekil çoktan belli olmuştu zaten. balkona çıkıp da iç burkan bu sahneye bakmadım, hayır. seyirlik bir şey değil bu. ama ellerime baktım. ve çaresi asla bulunamayacak bir virüs misali senden bana, benden ötekine bulaşan kan lekelerine küfrettim. biliyor musunuz, ellerimiz kanlı bizim. çünkü hepimiz adı anlamını nicedir yitirmiş bir topluluğa, insanlığa mensubuz. ve bu hepimizi suç ortağı yapan vahşi bir düzenden öte bir şey değil!

bu yüzden mutsuzum işte. “evet, hayat güzel be!” diyemeyişim bu yüzden. felaket tellallığı ya da duygu sömürüsü olarak nitelenebilecek cümleleri bu yüzden sarf ediyorum. ama dünyada iyi şeyler de oluyor, diyorlar bana. evet, oluyor. olduğu için seviniyorum da zaten. yine de bir şey sevincimi zehirliyor, bir ağrı. acı ve gözyaşından nemalanmak değil bu, hiç değil. çünkü ben “ağrı” diyorsam, gündelik telaşımız içinde kırılan kalplerimizden, karaya vurmuş aşklarımızdan ya da bir türlü alışıp barışamadığımız yalnızlığımızdan değil, daha temel, daha öz’e ait bir şeyden bahsediyorum demektir. birlikte yaşamaya mecbur olduğumuz, yaşıyor olduğumuza dair duyduğumuz sevinci yavaş fakat ısrarlı bir biçimde giderek daha fazla inciten habis bir urdan mesela… buna kötümserlik mi diyorsunuz? kötümserliği asla gocunmayacağım bir sıfat olarak kabul edeli çok oldu, dert değil. iş ki, iyimserliğinizi oturttuğunuz temeller sağlam olsun. iş ki, siz haklı çıkın, ben yüzümü yere eğmeye razıyım! ve lütfen, ekmek alacak parası olmadığından çocuklarını yetimhaneye bırakmak zorunda kalmış bir baba ekranda feryat ederken, yurtdışına yaptığı gezilerden binlerce dolarlık cicileriyle, sırıtarak dönen bir başbakana sahip olmanın öfkesini ve acısını gömebilmek için her ne kullanıyorsanız, bana da verin!


ne yani, şimdi siz bana hayata iyimser bakabilmek adına, bir adamın tüm gururunu ayaklar altına alarak her işyerinin önünde yalvardığını duyduktan sonra kahvaltınıza “ama iyi şeyler de oluyor!” diyerek devam edebileceğinizi mi söylüyorsunuz?

bu dünyada bir ekmek parası için yalvaran insanlar var. ve bir ekmek parası için yalvaracak insan bulamayanlar… aç bir topluluğun içinde yaşayanlar… bir yardım umudu bulabilmek adına gözlerinizle sürekli olarak ufuk çizgisini taramak ne demektir, bilir misiniz? ben bilmiyorum.. ama kalbe ne kadar ağır geldiğini hissedebiliyorum.

her şeyden öte, komünizmi bu yüzden seviyor ve benimsiyorum. bir bütünün parçası olduğuna hala inanan insanlar olduğunu ispatladığı için. insan denen canlının bencilliğinden ve vurdumduymazlığından sıyrılıp hakkı yenmişin, ezilenin, zayıfın, yardıma muhtacın sesini duyabileceğine olan inancımı sürekli canlı tuttuğu için. yine de ben burada komünizmden ya da kapitalizmden ya da başka herhangi bir ekonomik sistemden bahsetmiyorum. ben tüm sistemlerden azade bir şeyden, dünyaya hangi açıdan bakarsak bakalım, içimizden eksik etmememiz gereken “empati” ve “vicdan” yeteneğinden bahsediyorum. ben, merkeze insanı koyabilen büyük yürekli bir hümanizmden bahsediyorum.

ne yani, şimdi siz bana menfaat-sever yapımıza yenilip canlıya ve yaşam hakkına saygı duyma yetimizi kaybetmeseydik eğer, tüm bu sistemlerin yine de var olacağını mı söylüyorsunuz?

aynı durum dini inançlar için de söz konusu. tanrısal inanç benim beynimin agnostik kıvrımlarına pek de uygun değil. ama bir tanrı varsa eğer, bizden hayli uzak bir köşede ağladığını düşünmek isterim. ve bu bir hakaret değil... kendi adıma, sırf öldükten sonra kullanmak için hanesine yazdırabileceği bir artı puan edinmek amaçlı yapılan yardımları samimi bulmuyorum. aslında yapılması gereken bu olduğu için, sonunda bir ödül bulunmasa dahi içimiz başka türlüsünü almadığı için, yani fayda gözetmeden uzatılan elleri daha makbul görüyorum. ve ama yine aynı sebepten dini inançlara saygı duyuyorum. içindeki kötülüğe şu veya bu sebepten dolayı gem vurmaya ve iyi olana yönelmeye çalışan insanlar olduğunu hatırlattığı için…

ne yani, şimdi siz bana vicdanımız nasır tutmasaydı eğer, ilahi kurallara bağlı bir ödül ya da ceza sistemini kapsayan tüm bu kitapların yine de var olacağını mı söylüyorsunuz?

daha güçlü, daha büyük biri parmağını sallayıp bizi ateşle tehdit etmeden birbirimizin mezarını kazmaktan vazgeçemez miyiz? nefret etmek diğer her şeyden çok daha zahmetli gelmiyor mu size de? evet, bu bir töz meselesi, biliyorum. varlık = 1, hiçlik = 0; tüm evren birlerin ve sıfırların karmaşık bir kombinasyonu. ve dolayısıyla biz de. insanın içindeki iyilik 1’e, kötülükse 0’a tekabül eder ve biz böylesi bir karmaşadan ibaret nefes alan canlılar olarak evrendeki yerimizi muhafaza ederiz. yani kendimizle uğraşmak zor, farkındayım. yine de dört bir yanımızdaki, sadece kendimizi görebildiğimiz aynaları kırıp daha rahat, daha huzurlu bir büyük nefes çekmek istemez misiniz ciğerlerinize?

biliyor musunuz; evrimsel süreç hala devam ediyor, hem de sandığınızdan çok daha hızlı bir şekilde. hiç ara vermeksizin sırtımıza bir umursamazlık zırhı örüyor. kalın, daha kalın, daha kalın.. kendi yarattığımız yamuk düzenin içinde boğulmayalım diye bir savunma mekanizması olarak. tıpkı av olmamak için bulunduğu ortamın rengini ya da şeklini alan böcekler gibi.. ve ben bunun bir lütuf mu yoksa bir lanet mi olduğuna bir türlü karar veremiyorum. sadece delirmemek adına keçilerime, son umuduma ve hayatla aramdaki o ince ipe sıkıca tutunarak sayıklıyorum; ayılabilmek, küresel bir uyku halinden, artık kemikleşmiş mahmurluğumuzdan silkinebilmek için:

“neydi şimdi bu? neydi? ne?”

ne kadar hızlı dönerse dönsün, bazı günler dünya kendine gelemiyor…




5 Kasım 2009 Perşembe

eyvah, annem bilgisayarı keşfetti!


bir arkadaşım anlatmıştı; evde keyif yapacağı tuttuğu birgün, alıyor kahvesini, sigarasını falan, bilgisayarı  açıp msn'e giriyor. aradan beş dakika geçmeden, hop, ekranda bir mesaj:

"merhaba oğlum, ben baban! bugün sizin okul tatil galiba?!"

allaam koru yarebbim! kabus gibi! apar topar msn adresini falan değiştirmişti çocuk! 

benim derdim öylesi değil tabii. babam daha cep telefonuna numara kaydetmeyi yeni öğrendi, ki kaç yıldır bir cep telefonu olduğunu hatırlamıyorum bile! 

ama annekadın.. 
"ne anlıyorsun bütün gün şu meretten? kalk bakiim biraz da ben bakayım, ne var ne yok?" işte bu, annenizin bilgisayarla merhabalaşmasıdır ki, son derece tehlikeli bir cümledir! 

başlarda bana soruyordu: 
"kızım hede hödö diyo bu şey. ne yapcam?" 

anlatırsın, anlamaz. unutup tekrar tekrar sorar. ekran koruyucu devreye girip görüntü kararınca bi telaş bi telaş.. mausu salla, geçer sultanım, dedim de; baktım ciddi ciddi havaya kaldırmış, sallıyor! o derece! e bi yerden sonra vazgeçiyorsun anlatmaktan, tutup kendin yapmaya başlıyorsun. ama nafile, yaranamazsın arkadaş!

"sen yapınca ben nasıl öğrencem? sen bana söyle, şöyle şöyle diye tarif et, ben yaparım!"

hah! geldik şimdi annenizin bilgisayar macerasındaki ikinci önemli viraja.. bu cümleyi duyduğunuzda anlayın ki, artık dosyaları gizleme ve gizli dosya denen şeyi annenize asla anlatmamak gerektiğini aklınızdan hiiç ama hiiiç çıkarmama vakti gelmiştir! aynı şey msn geçmişiniz için de geçerli. maazallah okur falan, vazgeçin şu alışkanlıktan! ayrıca, psikolojinizin fazla yara almaması için önceden uyarıyorum, abuk sabuk diyaloglara da hazır olmak gereken bir dönemdesiniz. şöyle ki;

" + üf ya anne her gün soruyosun her gün anlatıyorum ya. beceremezsin demiştim sana şu mereti. bırak ben oturayım biraz da..
  - ne varmış? sen de her gün acıkıyorsun, her gün yemek yapıyorum sana da bi kere olsun aç bırakayım şu veledi demedim!
  + :S"

ya da...

" -  böcük, gel bana şu oyunu öğret 
  + ama anne ama.. ya ben açım yaaa" 
(hazır pizza yeme dönemi..)


ve yahut da...

" - şu oturum açan satanist kılıklı herif kim?
  + ne biliim anne internete hergün kaç kişi giriyor, herkesi nası tanıyim?
  - sen meseneye eklemesen çıkmaz ki!"

kimi zaman da...

" - vıy vıy vıyy eee soora?
  + vıy vıy vıy değil, double u double u öfff!
  - ukalalık yapma, sana bi çarparım bi de double çarpar!"


halbuki eskiden ne güzeldi; "ayy anne virüs bulaşmış bilgisayara!" deyince hemen kaçıyordu! süper kıvamdaydı yani. artık yemiyor öyle yalanları, fırsat bulsa ekşi'de yazar olacak!

haa, bi de şu online okey mevzuu var ki, o konuya hiç girmek istemiyorum!!!


sığ sulardan açıklara.. yeniden!



daracık penceremin kısıtlı manzarasında bir ayrıntıydınız; ki her ayrıntı zamanı gelince fark edilmek için var olmadı mı zaten? küfür dolu ağzınız, sigaradan çatallaşmış sesinizle siz, vardınız.

yüksek topuklarınız sabaha karşı yokuşu yankılandırırken, ayrıntılara düşkün yanım bağırırdı : “geldi! geldi!” gelir ve giderdiniz… ve sizinle beraber herkesçe malum o cümle düşerdi aklıma. fakat hikayenizi başlatan kelime, işte o tam bir buçuk hafta önce yazıldı hayatıma.

cinlerimi saydığım günün gece yarısıydı. yazın baharı kışkışlamasıyla geçmişti tüm gün ve gece turunç çiçeği kokuyordu. baharatlı şarabın çakırkeyifliğini sürerken kaldırıma uzanmakta sakınca görmedim. gözüme ışığını düşüren her sokak lambasıyla didişip, alkolün kabadayılığına verdim. büyük şehir denilen şey, rengarenk yamalı, defolu bir yığın.. ve en büyük eksiğidir gece göğünün silik yıldızları. gecenin sakat yıldızlarına küfrettim... kalkmaya yeltenirken fark ettim garip çiçekli perdenizi. matemle savruluşu, yaklaşmayı kaçınılmaz kılan yarı kapalı bir duruşu vardı. yaklaştım…

bir ayna bir ana nasıl sığar? sığmaz derdim ve kati cevabım bu olurdu o geceden önce. ayna yaşamı barındırır çünkü; yetmezmiş gibi duyguyu da hapseder içine. tüm aynalar salt bu sebepten büyülüdür; tüm periler var oldukları boyutla birlikte özün bir parçası. sığmaz o yüzden.. ama sığdırmıştınız…

tek kelime: “ağladım!”

son harfinizin iç burkan kıvrımıyla girdiniz hayatıma.

binlerce parantez açabilirdim ve açtım da… sizin de bu şehre benzediğinizi düşündüğümü hatırlar gibiyim. dışı yaldızlı boyalarla kaplı, içi bir o kadar hırçın ve kırgın.. öznesi sizken hayatınızın, edimin başkalarına ait olmasının ne acı olduğunu da düşündüm sanırım. ömrümce yaşadığım en esnek anlardan biri sergileniyordu bodrum katınızın tek kişilik sahnesinde.

aynadaki kadın.. kaşlarının virgülüne oturmuş hüzün…

imza atar gibi, gereksizce uzamış açıklamalarla dalga geçen son derece yeterli bir özet gibi yazmıştınız aynaya. ve kırmızı ruj, dudağınızdayken bile bu derece acıklı görünmemişti gözüme: “ağladım..” siz ağlamıştınız, bense ayılmıştım. sığ sulara demirlediğim gemimin yelkenlerini şişiren rüzgar misaliydiniz. yol alırken en mahrem anınıza şahit yazılan haddini bilmezliğimi kınadım. ne hakkım vardı? sırf sizin kadar kalbim kırılmadı diye… henüz. sırf karanlığı kovmayan lambalar yakıp, aynadaki yüzüme rujumla imzalar atmıyorum diye... üstelik ben sizin kadar cesur da olamazdım biliyor musunuz? kelimelerimi silip bir sonraki güne görüntümü hazırlayamaz, sonsuzca saklardım onları!

hikayesinin bir önceki okuyanda bıraktığı izleri sunabilmesidir, sahaftan alınan kitapları benzersiz kılan.. birkaç gün sonra eski bir kitabın en dokunaklı satırıymışçasına çıktınız karşıma. öylesine sırılsıklam.. şemsiyemi uzatırken “sen diyebilir miyim?” dedim. art niyetsiz, salt tanıma isteğimden. omuzlarınızı silkişinizdeki umursamazlık kadar sahteydi yüz ifadeniz. “kimse siz demez ki zaten!” dediniz… ne ağır laf ettiniz! o vakit vazgeçtim dilimin ucundaki hitaptan. yürüyüp gittiniz…

“inanna!” dedim içimden. “kıtalarca uzanan aşk tanrıçası! nerede seviştiğin ilk erkek? sırf aşkı yüceltmek adına sevişen rahibelerin nerede? hem neden indin ki gökyüzünden?!”

dönüp baktınız.
hayli kabartılmış sarı saçlarınız vardı. boyanın handiyse istilasına uğramış yüzünüz sonra...


3 Kasım 2009 Salı

iç ses..

"içinde gezdiğiniz" şiirler oldu mu hiç? hani, ne yapsanız ne etseniz beyninizin arkasında dolaşıp duran, hayata fon yaratan şiirlerden.. ben benim hayatımda sürekli yankılanan, birlikte yaşadığım böyle birkaç şiir sayabilirim. fakat bugün, havadan mı bilinmez, özellikle bir tanesi sesini çok yükseltti. yazmazsam, yazarken birkaç kere yüksek sesle okumazsam rahat edemem gibi geldi. taşmasın diye köpüğünü alır gibi..


**********


sana anlatılmamış masalların birindeydim.
bilmezsin brest'te yaşadığım aşkları
siyam'ı
savaşını
gecesini
gündüzünü
öğle sonrası dağ eteklerinin altında saklanışımı
ve bacak arasından kaçan acılarımı..
bu yüzden sevmedim seni...




* "et ne m'en veux pas si je te tutoie / je dis tu a tous ceux que j'aime",
* “sen diye hitap ettiğim için sakın bana kızma / ben tüm sevdiklerime sen derim"



anlatılmamış bir masalın ortasına düştün ne yazık

görevin dizginleri kopmuş bir hayvanı sevmekti

sevdin de!

siyam sokağında seviştin

en nahif bakışını bıraktın onda

bir elinde kalem, gözünde gözlük ve dizine yapışmış yarım kağıtta

yazılıydın sen..

sen yalnızca yazılabilen kadardın.

yazılabilmenin ne demek olduğunu bilendin.

kelimeleri bilenmiş keskin ağızlı

konuştukça böbrek taşları dökülen

konuştukça ses telleri titreyen

mor saçlı kahve gözlü masal kızı..



kasabanın kil toprağına tükürsen

evleri su basardı

bu yüzden sevmedim seni

bu yüzden sutyeninde

fonetik deformasyonlar yaşanırdı

eskimiş gönlümden sökülürdün sen

bir bir

ben istemeden..



chevrolet’imize biner

sonra beğenmeyip malibuyu kapardık

karalanmış gündüzdü gece

ay, güneşin çıplağıydı

ve her karanlıkta kasaba,

güzel kadınların aşığıydı..

masala göre bin bir gece sürecekti aşkımız

sen saçlarından süpürge yapıp

kalbimin tozunu alacaktın,

ben senariste çağımızdan söz edecektim.

eskimiş bir aşktın sen

bu yüzden

bu yüzden sevmedim seni..



göğüslerin

bir fahişeyi solladığında

dört yüz seksen üçüncü sayfanın baş paragrafındaydık

masala göre üç

sana göre hiç çocuğun vardı

bana göre

kasabanın meydanına bırakılmış bütün piçler senindi

sayfa sayfa doğuyorlardı onlar

bedenler seviştirilmeden

gece terlemeden

ve sen kasabanın kil toprağına tükürmeden..



sana anlatılmamış masalların birindeydim kadın!

ne yazık ki ortasına düştün salya sümük aşkın

bilemezsin

siyam’ı

savaşını

gecesini

gündüzünü

öğle sonrası dağ eteklerinin altına saklanışımı

ve bacak arasından kaçan acılarımı..



her sayfa başka bir mevsim

her paragraf sevimsiz ..

bu yüzden sevmedim seni..



* "rappele toi barbara,
il pleuvait sans cesse
sur brest, ce jour la..."





* jacques prevert/"bu yüzden sevmedim seni"



eey ruh, geldiysen bana HTML öğret!

       nerden aklıma düştü? düşmez olaydı..! 

       fazla bir şey mi istedim ben? sayfama şu online sayaçlardan koymak istedim yalnızca.hani şu günlük ziyaretleri, online ziyaretçileri, toplam sayıyı falan ayrıntılı göstereninden.. neyse cancağızım, bedava sayaç veren sitelerden birinden kodu alıp şablona yerleştirdim. yedekleme falan da yapmadım tabii. 

       salak ben! geri zekalı, ibiş ben!!! 

       toplasan abuk bi kod, olmadı silerim gider diye düşünüyordum ki, olan oldu! tüm yazılarım sayfadan kayboldu bir anda! ne olduğunu hala anlamış değilim. kayıtlar hafızada duruyor pekala, ama sayfada görünmüyor! başımdan aşağı kaynar sular döküldü sanki. ne var ki bunda, dediğini duyar gibiyim okurcum, deme! ben ööle eski kullanıcılardan diilim. sayfayı şu haline getirebilmek için belki bin kez yap boz gibi oynadım şablonla. 

       "olmadı, baştan yap!"
       "ay bu kod buraya konmuyormuş!"
       "widget dediği de ne ola ki? yenir mi acep?!"
       "yok yenmiyor; beni yiyor canlı canlı, pis meret!" 

       böyle böyle, deneme ama en çok da yanılma yoluyla bi sayaç bi de unicef'in bannerini zar zor eklemiştim. ama bir anda her şey kayboldu! şablonu aradım taradım, nafile! eklediğim baş belası kod buhar olup uçmuş sanki! bi türlü işlemi geri alamıyorum.. 

       (heyecandan gırtlağın kurudu di mi sevgili okur? o an benim de kurumuştu, evet!)


       hayli bir süre boyunca kendime, bilgisayar denen merete, çağrışım yoluyla bilişim çağına bi temiz küfrettikten (itiraf ediyorum, arada teknolojiyi virtüöz misali kullanan civciv kadar çocuklara da küfretmiş olabilirim; bana kendimi sırılsıklam salak hissettiriyor o ukala veletler!), arada birkaç bişey de tekmeledikten sonra çaresiz yeniden oturdum bilgisayarın başına. şablonu, yazıları, daha önce bin bir zorlukla başa çıkabildiğim herşeyi yeniden yükledim; taa ki sabahın dördüne dek!


       acı bana okurcum, acıdın di mi? valla bak, herşey senin için.. 

       hayır, benim asıl kafama takılan, o saçma sayaç kodu nereye gider ki şablonun içinden?! yemin ediyorum sana, ctrl+f'le bile aradım kodun her bi kelimesini de, kara deliğe düşmüş gibi buhar oldu, uçtu! töbe allaam bismilla, bak hala tüylerim diken diken oluyor düşündükçe! ama ben diyorum, bana perili, inli cinli bi blog kakaladılar diyorum da, kimsecikleri inandıramıyorum. bu sayfayı benden önce kullanan blogır, bilgisayar başında mı vefat etti nedir? böyle benim şablonun içinde dolanıp sanal hayatı bana zehir ediyor! 

       evet, artık kesinlikle eminim, bu bloğun altında yatır var! neme lazım, sen bundan sonraki gelişlerinde kapıda bi süphaneke falan okumadan girme içeri okurcum.. ne olur ne olmaz!!!




31 Ekim 2009 Cumartesi

metamorfoz

       insanlar arasında bir böcek olmanın ağırlığını en çok benimle alay ettiklerinde hissetmiştim. kolay değil, tekmili birden otuz iki dişini kahkahasına yayarak küçük dilini titreten bir surat, benim binlerce lens barındıran algımda bir anda parçalara bölünüp iç içe geçer, günümü kabusa çevirirdi. benim payıma neden işaretçi parmakların eşlikçisi keskin gülüşler düşerdi, hiç anlamazdım. kime çektiğim aile içinde büyük tartışmalar yaratmış olsa da, ben de iki insandan olma, birinden çıkma bir kurtçuktum nihayetinde. düştüğüm yeri beğendiğimden değildi dünyada kalışım. tekrar deliğime dönmek istedim de, annem kapatmıştı rahminin ağzını çoktan. bir gelen bir daha dönemez dediler, öylece kalakaldım.

        anneme ne vakit değse gözlerim, içim sızlardı. içindeydim ya bir vakit, ruhundaki yırtıkları ne acınası yamalarla örttüğünü görmüştüm ya.. gündüzleri temizlikle, yemekle geçerdi annemin. geceleri ise geçmezdi. tavana bakar, uykuyu kovalar, ruhunu tırmalardı. bir süre sonra bakmaz, bakamaz oldum yüzüne. babam da bakmazdı, zaten o kimseye bakmazdı. salt içerdi; eli kolu çarpardı sonra yüzümüze, oramıza buramıza.. morarırdık. merdivenden düştük derdik, kapıya çarptık derdik.. sakarlığı genlerimize has bir özellik belledik, yalanı perde ettik yaralarımıza. perdenin ardında elimizde pamuklar, bez parçaları; sürekli birbirimizi kollardık.

        babamın olmadığı vakitler dünyayı keşfe çıkardım. yalnızdım, soru soracak kimsem yoktu, tüm cevaplarımı kendim tasarladım. bir ahenksiz ses yumağıydı dünya. bizi tutan yerçekimi, sesleri tutmuyordu. boşlukta süzülüp duruyordu kelimeler. kimi burnumuza, kimi ağzımıza, kimi ciğerlerimize kaçıyordu rastgele. biz, yani toprağa değenler, rastgele konuşuyorduk. düşünmek gereksizdi, sorgulamak külliyen edepsizlik! her gelen bir kural koymuştu bunun için; kuralların içinde savruluyor, gideceğimiz yere varana dek sağa sola çarpıyorduk lastik top misali. kendi inşa ettiğimiz duvarların içinde hapistik. bir büyük, bir kocaman duvar ki, adına toplum diyorlardı. toplumun kıyısına yanaşıyor, öteyi görmeye çalışıyordum bazen. boyum yetmez, ayağımın altına koyduklarım yeterli gelmezdi hiçbir zaman.

        “bir küçük kurtçuksun sen, dedi annem, biz bile görmemişken ötesini toplumun, sen nasıl göreceksin? hem görme de zaten. orada ötekiler yaşar. ötekiler, yani toplum dışına ötelenmişler… ötesi yalnızlık, kimsesizlik…”

        bir türlü anlamazdım, kanatları olan insanlar neden ayaklarını kullanırlar? neden en kıymetlilerini bir tür anomali, haddinden fazla büyümüş bir tür ur, birlikte yaşamaya mecbur oldukları habis bir huy gibi peşlerinden sürükler de, lütuftan saymazlar? onlara inat, “ben büyüyünce..” hayalleri kurardım hep.

        … kanatlarım olacak,
        … duvarları aşacağım,
        … ötekileri arar bulurum belki,
        … sıkılırsam daha da öteye.

        aklıma düşen her cümle baştan ayağa sıtmaya koyardı bedenimi heyecandan. bunların hepsi günahtı bilirdim, dimağımda gezinen günahlarımdan gıdıklanır, keyfe gelirdim. tüm oyunlarımı duvarların önünde oynardım. gelen geçerdi yanımdan, işe yaramaz kırık bir şemsiye gibi sürüklediği kanatları geçerdi arkalarından. insanların aptallıklarına hınçlanırdım da, daha çok sayıklardım. ben büyüyünce, derdim hep, kanatlarım çıkınca..!

        kurtçuktum, büyüdüm; böcek oldum. bir türlü çıkmadı kanatlarım. geç gelişiyorum sandım, omuzlarımı kolladım günler geceler boyu. sonra sonra kabullendim sırtımın çıplaklığını, yürümeye alıştım. kırgındım, kırgın olmak hayatın normalidir sandım. yanım yörem bana benzemezlerle doluydu. ben, bana benzemezlere bir türlü kendimi sevdiremedim. en iyisi bile, tüm ıkınmalarına, kendini zorlamalarına karşın en fazla görmezden gelebilmişti beni. en kötülerinden ise mümkün mertebe kaçmış, kaçamadığım zamanlarda sırayla dayağa çekilmiştim. elinde pamuklarla yaralarımı saracak bir annem de yoktu üstelik; annem nicedir yoktu.

        elime tutuşturulmuş birbiriyle uyumsuz parçalardan ibaretti hayat. hangi kombinasyonu düşlesem, bir kompozisyon yaratamadım. kabul edilebilir bir cisme varıp insanların arasına karışamadım. ben de yürüdüm. susmayı zaten bilirdim, görünmezliği de yürürken uğradığım diyarlarda öğrendim. belki de asırlar süren meşakkatli seyahatlerde içgüdüsel bir suskunluğun, bir yarı-görünmezliğin esiri olarak toprağın yüzeyinde dolaştım durdum.

        bir gün bir masal dedesinden işittim ki, adına “tanrı” derler, bir ulu büyücü varmış. gücü her şeye kadir, keyfi her dileği gerçekleştirmeye muktedirmiş. insanlara kanatlarını veren de oymuş, lakin aptallıklarına, korkaklıklarına küsüp kaf dağına yerleşmiş. kaf dağı dediğin bir orada bir burada, keyfi nereyi mesken tutarsa orada! el öptüm, eteğe yüz sürdüm, kaf dağını nasıl yakalarım da tanrıya ulaşırım, diye sordum. neye benzediğini iyice bir belle, dedi de, başka bir şey demedi masal dedesi. neye benzediğimi mi? çok küçükken bir kez bakmıştım yeşil derime, o olmuştu son bakışım. kendimden başka her şeye baktım da, ikinci bir kez değmedi gözlerim suretime. lanetini üzerine giyenlerdendim ben, neden bakacaktım ki kendime?! duymamıştan, hiçbir şey olmamıştan gelmek istedim, lakin hiçbir şeyin gürültüsü iyice artıp kulak zarımı yırtınca gördüğüm ilk su birikintisine yanaşıp yıllardan sonra ilk kez baktım yüzüme. yeşildim. üst çenem kıskaçlı, duyargalarım uzundu. ama en çok gözlerim… arı kovanı misali binlerce küçük petekten mercekle donanmış iki büyük küreye benzer gözlerim… biraz daha yaklaştım gözlerime, biraz daha. derinliklerinde kendiliğinden ışıyan aydınlıklar vardı gözlerimin, kendiliğinden kapanan kapılar, taşan sular, kazılan mezarlar. içimdeki kara kalabalığı gördüm sonra, kalabalığın kaynaştığı mahşer gününü… giderek yükselen tiz bir notaydı zaman, kulaklarımı alarak akıyordu, ben gözlerime bakıyordum. asırlar süren yollar boyunca gördüklerim geçiyordu gözlerimden. yaprak gibi titriyordum. suretim değişti, uzadı, yeniden kısaldı. gözlerim giderek derinleşti, büyüdü, el uzattı, kendi içime çekildim.

        meğer kaf dağına giden yol gözlerimden geçermiş, içimdeki karanlıktan anladım. bu dünyaya ait olmayan zifiri karanlığı yararak ulaştı kulaklarıma bir ses:
 
"sen bir hiçsin, böcek!
seni hiçlikten yarattık. lakin hiçlik, iyidir. hiçlik, varlığın en saf halidir.
seni konuşanlardan kıldık, böcek! lakin tercihi sana bıraktık. susmayı seçenlere malum olsun ki, anlatmanın başka yolları da vardır.
insanları kanatlılardan, amma velakin seni omzu çıplaklardan kıldık, böcek! ve madem peşimizden buralara kadar geldin, içine evreni koyduğumuz kutlu karanlığa and olsun ki, uçmanın başka yolları da vardır.”

        kendime geldiğimde geceydi. düşerken suratıma bulaşan çamur kuruyup çatlamıştı çoktan. kaç gün geçmişti aradan, bilemedim. kalkmaya yeltenirken bir kitabın sertliğine değdi ellerim. her sayfasında zihnimi yakan bir ilahi cümle vardı. okudum. kitap bitti, kelimeler silindi, hikaye neydi unuttum. bir daha okudum, sonra bir daha. ve her seferinde unuttum! başa her dönüşümde dünyaya ve hayata dair bir şeyi de yazılanlarla birlikte unutuyordum. annemi, babamı, yediğim dayakları, sırıtkan dudakları, alayları, kuralları, toplum denen uçsuz bucaksız duvarı… giderek, okumayı bile unuttum.

        hay allah! adım neydi ki benim?

        gözlerimi kapattım. karanlığın gözkapaklarımın altına erişmesine izin verdim. ve birden ilk iki sayfayı anımsadım:

“deniz sezgisi edinmek istersen okyanusa bak,
dağ sezgisi edinmek istersen ağrıyan yerine bak!”

        gözkapaklarımın altında fısır fısırdı karanlığın nefesi: “senin adın yusufçuk, dedi bana, uç! uç! uç!”
sırtım çatladı ilk önce, biteviye derinleşen bir yarığa dönüştü bedenim. kendi içimde giderek genişleyen başka bir ben’dim. buruşuk ve ıslak kanatlarımla ben, kendi bedenimden boy verdim.
        benim adım, yusufçuk. hiçlik beni dölledi, ve ben, kendime yaşam verdim yeniden. kurallardan bağımsız, sıfatlardan azade, sıfıra erdiğim yerdeyim.       benim adım, yusufçuk. dünyayı uçarak tavaf etmekteyim!