27 Kasım 2009 Cuma

işkence bazlı bayram özel poroğramı



bayramınız kutlu olsun lan sevgili blogırlar! 

çikolata, şeker neyin serpiştirirdim de sayfaya sonra vazgeçtim. tuttum elinden johnny'i getirdim sonra bayram şekeri niyetine. bu kıyağımı da unutmayın. bak ne şeker şeker gülümsüyor, koru sen allah! 

pişşt heveslenmeyesin okuyucu, o gül tamamen şahsımadır! zaten en fazla gülünü verir, gider. hiç kıkırdayıp cilvelenecek halim yok. zira, her yerim ağrıyor. isyan halindeyim. yok mudur şu bayram temizliği denen işkenceyi yasaklayan şöyle kıyıda köşede kalmış bir kuran ayeti? yeter çektiğim, tüm kaslarım bana karşı bir örgütlenme içinde. ya bana mazlum kontenjanından cenneti felan müjdeleyin, ya da "anneye yardım et, terbiyesiz!" diye durup durup ötmeye başlayan vicdanımı kapatacak bir tüyo verin. bu ne ya? yardım et de kardeşim, anne durmuyor ki hiç! reklamlardaki şizofren karılar gibi boyuna temizlik, boyuna deterjan, çamaşır suyu.. sana yemin ederim radarı var okuyucu. kazara bir sehpanın tozunu almayı unutsam, öbür odadan koşarak gelen işkencecim tarafından "yok yok, seni hastanede karıştırdılar, kesin!" çemkirişli kabuslara maruz bırakılıyorum. ya ben evimi iki ayda bir zor temizliyorum, kimsenin bir şikayeti olmadı şimdiye kadar.. olana da, hiç çekinmem, bulaşık yıkatırım! terörize ederim lan bir anda ortamı! gelmesin bana öyle yok halının püskülü kirliymiş, yok perde kırışıkmış bakışlı insanlar! içsin birasını, yesin cipsini, otursun adam gibi!

yalnız, bunu anneye söylememek lazımmış , onu anladım. şöyle beş dakika kadar baktı galiba yüzüme. o an aklından "küçükken bi yetimhaneye felan mı bıraksaydım acaba?!" türünden şeyler geçmiyorduysa, şu çamaşır suyunda boğulayım! 

kendimi hiç iyi hissetmiyorum okuyucu. anneme bakınca şarkı söyleyen bir toz bezi görüyorum: "balerina ciftir benim adım, bakın bana bakın ıslanıp hemen temizlerim ben sizin temizlik beziniziiiimmmm!" oysa ben daha çok domestos reklamındaki mikrop gibi olmasını isterdim: "kötüyüm ben, kötüyüm. herkesi hasta ederim, ederim. ishal yapar kustururum ehehe!" hayat öyle daha eğlenceli olurdu kanımca..



pavlov'un köpeğine döndüm yemin ederim. ne zaman bir ayak sesi duysam "valla yapıyorum, bak, cillop gibi oldu vitrindeki cıncıklar!" diye çığıraraktan fırlayıp toz bezini alıyorum elime. ev bal dök yala tarzı pırıl pırıl, bayram boyunca batmasını izleyeceğiz hep birlik. böyle de bir anormal durum.


şimdi kaçıyorum okuyucu, misafir geldi, daha kahve yapacağım. 


"balerina ciftir benim adım, bakın bana bakın ıslanıp hemen temizlerim ben sizin temizlik beziniziiiimmmm!"


24 Kasım 2009 Salı

telefonda sabah deliliği..


+ anneeeee, örtmenler günün kutlu olsuuuunn!!!

- bi ben mi varım öğretmen?

+ öbürlerinin numarasını ne biliim anne ya?! canlı yayına mı çıkayım? hayret bişi..

- anne denmez, öğretmenim diyeceksin. bugün öğretmenim ben, anne değilim. hocam da yok!

+ taam örtmenim, kıymet verilmeyenim, maaşı düşük tutulanım.. elini öptüm say.

- tamam telefonu meşgul etme, daha öğrencilerim arayacak!

+?!!  allaam ya..

23 Kasım 2009 Pazartesi

merhaba dünyalı, biz doktoruz!


  • peru'da şişman insanları kaçırıp öldürdükten sonra yağlarını kozmetik şirketlerine satan bir çete yakalandı.
  • dünya kozmetik pazarında bir şişe insan yağı binlerce dolardan alıcı bulmakta. 

ne şimdi bu?! bu ne?! nerdeyiz ki biz?! burası neresi?!


nerede kaldı lan bu tufan?!!


suratımızda çarptığımız taşların pütürlü izi, kapatmak için sürdüğümüz boyaların hammaddesi yine kendimiz! daha ne kadar dibe vurabiliriz ki? dünyanın en büyük sorunu küresel ısınma değil arkadaşım. ebesini bellediğimiz ekolojik sistem değil en büyük derdimiz. açlık değil, pedofili değil! cinayet hiç değil! hepsinin temelinde yatan şizoid paranoid ataklarla beslenen, cinnete bulanmış beynimiz!

toplu bir histeri halindeyiz. madem birbirimize katlanamıyoruz, şu deliliğimize kişisel çareler bulmak lazım. bazısı var, ne zaman delirse bir akor basar elektroda, yüz binlerin haykırışına bedeldir sesi. bazısı yazar, başka çaresi yoktur çünkü. ve bazısı bir mısra savurur da, son insan ölene dek dinmez yankısı. sok, arkadaşım, elini gırtlağından içeri, bak, orada bir pıhtı var: kocaman, sinsi..tut ve çek! olmadı, kus! ve kusarken illa ki bulaştır kendi üstüne. ne yani, tüm suç şovenist domuzun, öyle mi? dini imanı para olmuş kapitaliste mi atalım tüm suçu? insanlığın sorumluluğunu almayacak mısın? almayacaksın öyle mi? insanlığın üzerine kusarken kendi üzerine bulaştırmıyorsan, o kadar da havalı değil bence.


evrim ne zaman tersine döndü, bir bilen var mı? bana da anlatın bir ileri iki geri işleyen evrim yasasını. giderek gelişen aklımızda kurduğumuz bir yalan mıydı "medeniyet"?


bu dünyada kallavi bir anarşizm lazım bize. çığlık atmak lazım. böyle ne zaman daralsak, şifa niyetine.. öte dümya zaten gereksiz. bizi cehennem falan paklamaz, ateşe atılan her odunda daha fazlasını isteriz biz. iblis mazoşist ruhlarımızdan tiksindi de, tanrıyla anlaşmasını bozdu çoktan. bir de kocaman kahkahalar savurdu kendine kötü diyenlerin yüzüne yüzüne, tam da giderken. çığlık atmak lazım, konuşmak değil. konuşarak bir yere varamadığımız aşikar. kelimeler eteklerimize bağlanmış taş misali. kendi sesimiz sağır etmiş bizi.


"kuşlar," diyorum kafamın içindeki iflah olmaz gevezeye, "konuşabilselerdi eğer, uçamazlardı; anlıyor musun? paragrafa kayan cümleler kurmaya meyyal dilimizi tutup, kendimizi "eylem"in iş bitiriciliğine inandırmamız lazım."


"insan dediğin, iki ucu boklu değnek," diyor tükürür gibi. "karnınızda böbrek taşları gibi taşıdığınız gayya kuyusu zehirliyor sizi. siz hepiniz cenabet öleceksiniz! çığlık mı? senin çığlık dediğine, biz ateş düşürücü diyoruz. anlık ferahlamalarla mı avutacaksın günahkar ruhunu? oysa tüm insanlık uzun zamandır taşıyor bu yaşam düşmanı virüsü. tüm bunlar yapılsa bile gene ateşleri yükselecek, en nitelikliler kendilerini, daha niteliksizlerse birbirlerini yiyip duracaklar boşuna."


tüh'lü geniş zamanlara döndü ömrümüz. yok mudur evrenin bir köşesinde yazıklanmalarımızı duyacak kozmik bir kulak? yok mudur akıl hastalığımıza kesin bir ilaç, patlatsalar tepemizde? her yağmurla biraz daha iyileşsek? 


hani bize söz verilmiş bir toplu katliam vardı? tut sözünü artık, tanrı! gönder azgın sularını, ez şu lanet başımızı!




21 Kasım 2009 Cumartesi

kültürel hayata katkı da yaparım icaabında!


son günlerde biraz sıkıntılıyım okuyucu. uyum problemi yaşıyorum resmen. altı aylık bir tecritten sonra iş, aşk, arkadaş yoruyor insanı. ama en çok da her gelene sil baştan aynı cümleleri kurmaktan yorgunum:


"hı hı iyileştim, evet. yaa yaa di mi, ne kadar uzun sürdü? ama işte her bi yerimi özenerek kırdım yani, ancak toparladılar doktor amcalar el birliğiyle."


teftiş sırasında sorulacakların cevabı önceden ezberletilmiş hababam öğrencisi misali, otomatiğe bağladım, önüme kim çıkarsa, muhabbetin özü ne demeden dayıyorum aynı cevapları.


"+ senin için şöyle böyle diyorlar doğru mu?
 - doğrudur; yattım, evet!
+ nerede?!
- annemlerde.
+ aaa nası yani?!
- şöyle ki, bana bir oda verdiler, orada yattım kalktım.
+ ne zaman oldu bu?
- altı ay boyunca her gün!
+ allaam sen koru! ne günlere kaldık..
- yaa yaa di mi, e altı ay, dile kolay..
+ annenler bişey demedi mi?
- başta üzüldüler tabii, alışamadılar felan. ama sonra onlar da kabullendiler, sağolsunlar.. doktor tavsiyesi sonuçta.
+ doktor da mı var işin içinde?
- e tabii en başta o. kendi kendime yatacak halim yok ya! hatta önceleri ben istemedim de, zorla, tehditle felan yattık işte altı ay!
+ ee şimdi ne oldu?
- ne, ne oldu? alçılarım çıkınca kalktım işte nihayet.
+ alçıların mı?! kuzum sen neden bahsediyorsun?
- kazadaaaan! sen?!"


meğer dedikodu yapası varmış haspamın, ne bileyim ben? annemin evinde dedikodu mu vardı?! unutmuşum resmen..


sevdiceğim baktı olacak gibi değil, "sen gel bakalım benle yavru kuşum. iyice karıştırdın sen!" diyerekten aldı beni sinemaya götürdü. maksat kafamız dağılsın, mevzuu mühim değil yorumları eşliğinde 2012 filmine bilet aldık. ben, filme girdik, üç saat sonra da çıktık diyeyim, sen beni yormadan gerisini anla okuyucu. on dolbi siteryo gücünde üç saatlik bir yıkım; gerisi fasa fiso!


mevzu zaten kullanıla kullanıla yama tutmaz paçavralara dönmüş kıyamet mevzusu: hubblegillerden mayaların vakt-i zamanında yaptıkları öngörü doğru çıkıyor ve güneş sistemindeki tüm gezegenlerin 2012'de aynı hizaya gelmesiyle birlikte, güneşteki patlamalar o güne kadar görülmemiş şiddette yaşanmaya başlıyor. güneşteki patlamalardan etkilenen dünya çekirdeği giderek daha fazla ısınıyor ve karaları tutan katman eridiğinden kıtalar yer değiştiriyor, dinozorların köküne kibrit suyu döken göktaşı dünyaya çarptığında olduğu gibi kutupların yeri bir kez daha değişiyor, şehirler büyük depremler sonrası birer kratere dönüşüyor vs.. efektler "valla iyi yıkıyo bu holivud da ha! bu amerikalı tayfasının en iyi bildiği iş yıkmak zaten." dedirtecek cinsten. başta devlet başkanları olmak üzere herkes kendi kıçını kurtarma peşinde. garibim insanların hiçbir şeyden haberi yok. danny glover abimiz de amerikanın yüce ahlaklı, kahraman dürtülü başkanlarına bir yenisini daha eklemiş. o güne kadar umursamadığı insanlarla birlikte ölmeyi seçiyor son anda. yumurta kapıya dayanınca mı aklına geldi, hacı? sen ahlak kapısının eşiğinden geçmemişsin, değil ki basamakları tırmanacaksın! diye sorarlar adama. yeri gelmişken, nedir bu amerikalıların filmlerdeki zenci ya da kadın başkan takıntısı, birader? hani yani 2012'de cidden kıyamet kopacak olsa, kıyametten üç yıl önce bir zenci başkan seçmeyi ancak becerebilmiş, kadın başkanı da henüz gururuna yedirememiş bir milletsin sen arkadaşım. ya olduğun gibi, ya göründüğün gibi; değil mi ama?


bir de gen havuzu mevzuu var ki, işte orada cidden sinirlendim, okuyucu. kıyametin 2012'de kopacağı belli olduktan sonra devletler gizli bir örgütlenme içine girerek, bir "öncelikle kurtarılacaklar listesi" hazırlıyor ve insan soyunun sürmesi için kaliteli genlere sahip olanları operasyona dahil ediyorlar. listenin başında da devlet başkanları var, ne hikmetse! yahu bir ülkedeki en yüksek maaşı almak ne zamandan beri üstün-insanın alamet-i farikası oldu? hadi onu geçtim, kaliteli genlere sahip olduğu iddia edilen kişiler, çin hariç, hep avrupa ve amerika ahalisi. çin de işçi kontenjanından yırtıyor zaten. bu hesaba göre beş kıtanın üçü çürük! e ama kıyamet tespitini yapıp size haber veren bilim adamı hindistanlı, onu niye ölüme terk ettiniz arkadaşım? hani kaliteli gendi?! böyle bir havalar felan, ne bu burnu büyüklük canım? "hay geniniz kurusun, burnunuz düşsün de, böle cüzamlı gibi dolanın yıkık memleketlerde!" diyerekten çıktım ben filmden. kafa dağıtalım derken, asabiyetim üçe katlandı. öyle üçü-beşi aramamak lazım, diyen sevdiceğim de olmasa, sinirimi sıksan kavga çıkaracak bir hale geldim.


o diil, dünya güneşte kalmış dondurma misali vıcık vıcıkken bir allahın kulu da sıcaktan yakınıp terlemez mi diye sormadan edemiyor deli gönül. bi terle, bi yaka bağır aç, iki yellen şöyle elinle! yok! sen yine de bana bakma balım okur. git yani gideceksen. zaten şu ekseni kaymış halime ek obsesyonlarımla ben kiiim, sinema eleştirmenliği kim allasen?!


14 Kasım 2009 Cumartesi

bir serkeş kazazedeyim hayat yolunda


döndüm!


simdi bu böyle tek kelimelik saçma bir giris oldu, farkindayim. yine de yataga bagimli geçen alti aylik bir esaret evresinden sonra, benim için su tek kelime, saçma olsun olmasin, resmen ilaç gibi.


söyle kiii,


(görüntü buzlanir, ekranda bi geçmise dönüs ambiyansi yasanir…)


mayis ayinin mel’un bir gecesiydi. (diririm dirim! yok yok, ben bu isi beceremeyecegim, okuyucu. bi zahmet korkunçlu notalar geçir aklindan beyle beyle!) baykuslar ötmekte, bahar yeli hazin hazin esmekteydi. yakinlardaki bir karaoke bardan mefisto namli olay kişisi kendini sasirmis bir halde çiktiydi. (pis sarhos!) ve yine kendisi gibi agziyla içmeyi beceremeyen arkadaslariyla beraber arabaya bindiydi. ve yüz metreden fazla gitmeyi beceremeyip duvara yapistilardi. aklindan geçen son sey, kesin bardakilerin ahi tuttu, o sarkiyi söölemicektin kizim, olduydu.  (bu kisim hayli aglak; agir aksak, hüzünlü bi ritimden asagisi kurtarmaz.) ve kalçasini, ve bir kolunu, e bu da yetmez diyerekten bilimum kaburgalarini hasat ettiydi. ve tee o günden beri sehrinden uzakta, baba evinde yere paralel, yatakla bir bütün yasadiydi…


iste böyleee. simdi basa sariyorum:


döndüm! artik daha anlamli geliyor degil mi? evet!


döndüm dönmesine de, böyle uzun zaman her seyden uzak kalmak zor sey be okuyucu. alti ayda neler çektim, bir ben bilirim. sevgili bi yandan mizmizlanir, e gel artik, diyerekten. yatiyoruz, bakima muhtaciz herhalde, dersin; ben sana bakarim, olmadi yanina yatarim, der. her seye de verecek bir cevabi var maasallah! e ben annekadina ne diyecegim de gelecegim peki?


“tamam artik, nöbet degisimi! anne sen çekil aradan, sevdicegim gelsin!” mi?


annem zaten bebek bulmus gibi.. yattigim odadan çikar çikmaz koridorda babamla karsilikli çok pis göbek attiklarindan süphelendigim tavirlar içindeler. yani kizlari eve dönsün de hafif yamulmus olsun canim, ne çikar sanki?! kirilmasinlar diye sürekli ertelenen dönüs tarihleri bi yandan, boyuna papaz oldugum sevgili öte yandan.. zor is vesselam.


neyse iki gözüm, aman ha sogukta kalma, aman ha ayakta fazla dikilme bacagin agrir, aman diyim kahve içme, ihlamur, adaçayi, bilimum ot çöp neyin al da iç, daha saglikli onlar! nasihatlari ve bissürü bissürü ev yapimi yiyecek içecek paketleriyle evime geldim nihayet. yalniz o kadar alismisim ki kalabalik yasamaya, ev pek bi sessiz, pek bi issiz geliyor simdi. bi de dün aksam “anne yine mi pijamalarimi  yikadin ya?!” diye koridora taraf bagirirken buldum kendimi.. eski hayatima yeniden alismak zaman alacak galiba.


haa unutmadan, yerle yekvücut geçirdigim aylardan ve bu da kulagima küpe olsun ilkesinden hareketle (ilkeli bi kisiyimdir, evet!) kendime bir “hayatta kesinkes yapilamayacaklar listesi” hazirlamis bulunmaktayim. yeri gelmisken onu da yazayim da, aradan çiksin:


a.    agzindan baska bi yerine içki sürme! (meali, efendi gibi iç, civitmanin alemi yok!)

b.    yok garsonun gözleri ahuymus, yok boyu fidanmis felan bunlar bos seyler, ööle adama bakacagim diye bi bardak bitmeden digeri siparis edilmez!

c.    içip içip “ehehe ben de söölerim ki” nidalariyla her gördügün mikrofona yapisma! sesinin oktavi kadar konus! hem gördüm ben, o ön masadakiler toptan kulagini kapatti!

d.    bardan gözleri sasi bakarak çikip “ekieki, simdi daa bi küsel sürülür bu araba, biliyon mu?” diyen bi adamin kullandigi arabaya binme! sasiligindan killanmadiysan bu cümleden sonra,  gözünü seveyim, ayil!!!

e.    bi daha öne ben oturucam da ben oturucam,  diye sebeklik yapma! toplulukta gicik kaptigin birini bul, ön koltuga onu sabitle!

f.    hastane görevlisi “ailenizi arayalim hanfendü” dediginde, garibim, yetimim ayagina yat, yemezse etrafta bulabildigin en agir cisimle kafasina vurmaktan çekinme!

g.    gideceksen dönme, döneceksen gitme! bi ööle bi böle ambele oluyor insan. bizimki de kafa de mi?!

h.    illa kiracaksan bi dahaki sefere bacaklarindan uzak dur! sen en iyisi kafani felan kir! hem nasilsa bi halta yaramiyor gidinin balkabagi, patlasa ne olur?!



11 Kasım 2009 Çarşamba

sayrılanıyorum, demdir bu!

“allah rızası için bana iş ver abi! sakatım, özürlüyüm; kimse iş vermiyor. ben de çocuk bakıyorum, yazık değil mi? ne iş olsa yaparım be abi.. ayağının altını öpeyim bir iş ver bana, allah rızası için…”

bu yakarı, kahvaltı esnasında balkon kapısından bana ulaştığında günümün aldığı şekil çoktan belli olmuştu zaten. balkona çıkıp da iç burkan bu sahneye bakmadım, hayır. seyirlik bir şey değil bu. ama ellerime baktım. ve çaresi asla bulunamayacak bir virüs misali senden bana, benden ötekine bulaşan kan lekelerine küfrettim. biliyor musunuz, ellerimiz kanlı bizim. çünkü hepimiz adı anlamını nicedir yitirmiş bir topluluğa, insanlığa mensubuz. ve bu hepimizi suç ortağı yapan vahşi bir düzenden öte bir şey değil!

bu yüzden mutsuzum işte. “evet, hayat güzel be!” diyemeyişim bu yüzden. felaket tellallığı ya da duygu sömürüsü olarak nitelenebilecek cümleleri bu yüzden sarf ediyorum. ama dünyada iyi şeyler de oluyor, diyorlar bana. evet, oluyor. olduğu için seviniyorum da zaten. yine de bir şey sevincimi zehirliyor, bir ağrı. acı ve gözyaşından nemalanmak değil bu, hiç değil. çünkü ben “ağrı” diyorsam, gündelik telaşımız içinde kırılan kalplerimizden, karaya vurmuş aşklarımızdan ya da bir türlü alışıp barışamadığımız yalnızlığımızdan değil, daha temel, daha öz’e ait bir şeyden bahsediyorum demektir. birlikte yaşamaya mecbur olduğumuz, yaşıyor olduğumuza dair duyduğumuz sevinci yavaş fakat ısrarlı bir biçimde giderek daha fazla inciten habis bir urdan mesela… buna kötümserlik mi diyorsunuz? kötümserliği asla gocunmayacağım bir sıfat olarak kabul edeli çok oldu, dert değil. iş ki, iyimserliğinizi oturttuğunuz temeller sağlam olsun. iş ki, siz haklı çıkın, ben yüzümü yere eğmeye razıyım! ve lütfen, ekmek alacak parası olmadığından çocuklarını yetimhaneye bırakmak zorunda kalmış bir baba ekranda feryat ederken, yurtdışına yaptığı gezilerden binlerce dolarlık cicileriyle, sırıtarak dönen bir başbakana sahip olmanın öfkesini ve acısını gömebilmek için her ne kullanıyorsanız, bana da verin!


ne yani, şimdi siz bana hayata iyimser bakabilmek adına, bir adamın tüm gururunu ayaklar altına alarak her işyerinin önünde yalvardığını duyduktan sonra kahvaltınıza “ama iyi şeyler de oluyor!” diyerek devam edebileceğinizi mi söylüyorsunuz?

bu dünyada bir ekmek parası için yalvaran insanlar var. ve bir ekmek parası için yalvaracak insan bulamayanlar… aç bir topluluğun içinde yaşayanlar… bir yardım umudu bulabilmek adına gözlerinizle sürekli olarak ufuk çizgisini taramak ne demektir, bilir misiniz? ben bilmiyorum.. ama kalbe ne kadar ağır geldiğini hissedebiliyorum.

her şeyden öte, komünizmi bu yüzden seviyor ve benimsiyorum. bir bütünün parçası olduğuna hala inanan insanlar olduğunu ispatladığı için. insan denen canlının bencilliğinden ve vurdumduymazlığından sıyrılıp hakkı yenmişin, ezilenin, zayıfın, yardıma muhtacın sesini duyabileceğine olan inancımı sürekli canlı tuttuğu için. yine de ben burada komünizmden ya da kapitalizmden ya da başka herhangi bir ekonomik sistemden bahsetmiyorum. ben tüm sistemlerden azade bir şeyden, dünyaya hangi açıdan bakarsak bakalım, içimizden eksik etmememiz gereken “empati” ve “vicdan” yeteneğinden bahsediyorum. ben, merkeze insanı koyabilen büyük yürekli bir hümanizmden bahsediyorum.

ne yani, şimdi siz bana menfaat-sever yapımıza yenilip canlıya ve yaşam hakkına saygı duyma yetimizi kaybetmeseydik eğer, tüm bu sistemlerin yine de var olacağını mı söylüyorsunuz?

aynı durum dini inançlar için de söz konusu. tanrısal inanç benim beynimin agnostik kıvrımlarına pek de uygun değil. ama bir tanrı varsa eğer, bizden hayli uzak bir köşede ağladığını düşünmek isterim. ve bu bir hakaret değil... kendi adıma, sırf öldükten sonra kullanmak için hanesine yazdırabileceği bir artı puan edinmek amaçlı yapılan yardımları samimi bulmuyorum. aslında yapılması gereken bu olduğu için, sonunda bir ödül bulunmasa dahi içimiz başka türlüsünü almadığı için, yani fayda gözetmeden uzatılan elleri daha makbul görüyorum. ve ama yine aynı sebepten dini inançlara saygı duyuyorum. içindeki kötülüğe şu veya bu sebepten dolayı gem vurmaya ve iyi olana yönelmeye çalışan insanlar olduğunu hatırlattığı için…

ne yani, şimdi siz bana vicdanımız nasır tutmasaydı eğer, ilahi kurallara bağlı bir ödül ya da ceza sistemini kapsayan tüm bu kitapların yine de var olacağını mı söylüyorsunuz?

daha güçlü, daha büyük biri parmağını sallayıp bizi ateşle tehdit etmeden birbirimizin mezarını kazmaktan vazgeçemez miyiz? nefret etmek diğer her şeyden çok daha zahmetli gelmiyor mu size de? evet, bu bir töz meselesi, biliyorum. varlık = 1, hiçlik = 0; tüm evren birlerin ve sıfırların karmaşık bir kombinasyonu. ve dolayısıyla biz de. insanın içindeki iyilik 1’e, kötülükse 0’a tekabül eder ve biz böylesi bir karmaşadan ibaret nefes alan canlılar olarak evrendeki yerimizi muhafaza ederiz. yani kendimizle uğraşmak zor, farkındayım. yine de dört bir yanımızdaki, sadece kendimizi görebildiğimiz aynaları kırıp daha rahat, daha huzurlu bir büyük nefes çekmek istemez misiniz ciğerlerinize?

biliyor musunuz; evrimsel süreç hala devam ediyor, hem de sandığınızdan çok daha hızlı bir şekilde. hiç ara vermeksizin sırtımıza bir umursamazlık zırhı örüyor. kalın, daha kalın, daha kalın.. kendi yarattığımız yamuk düzenin içinde boğulmayalım diye bir savunma mekanizması olarak. tıpkı av olmamak için bulunduğu ortamın rengini ya da şeklini alan böcekler gibi.. ve ben bunun bir lütuf mu yoksa bir lanet mi olduğuna bir türlü karar veremiyorum. sadece delirmemek adına keçilerime, son umuduma ve hayatla aramdaki o ince ipe sıkıca tutunarak sayıklıyorum; ayılabilmek, küresel bir uyku halinden, artık kemikleşmiş mahmurluğumuzdan silkinebilmek için:

“neydi şimdi bu? neydi? ne?”

ne kadar hızlı dönerse dönsün, bazı günler dünya kendine gelemiyor…




5 Kasım 2009 Perşembe

eyvah, annem bilgisayarı keşfetti!


bir arkadaşım anlatmıştı; evde keyif yapacağı tuttuğu birgün, alıyor kahvesini, sigarasını falan, bilgisayarı  açıp msn'e giriyor. aradan beş dakika geçmeden, hop, ekranda bir mesaj:

"merhaba oğlum, ben baban! bugün sizin okul tatil galiba?!"

allaam koru yarebbim! kabus gibi! apar topar msn adresini falan değiştirmişti çocuk! 

benim derdim öylesi değil tabii. babam daha cep telefonuna numara kaydetmeyi yeni öğrendi, ki kaç yıldır bir cep telefonu olduğunu hatırlamıyorum bile! 

ama annekadın.. 
"ne anlıyorsun bütün gün şu meretten? kalk bakiim biraz da ben bakayım, ne var ne yok?" işte bu, annenizin bilgisayarla merhabalaşmasıdır ki, son derece tehlikeli bir cümledir! 

başlarda bana soruyordu: 
"kızım hede hödö diyo bu şey. ne yapcam?" 

anlatırsın, anlamaz. unutup tekrar tekrar sorar. ekran koruyucu devreye girip görüntü kararınca bi telaş bi telaş.. mausu salla, geçer sultanım, dedim de; baktım ciddi ciddi havaya kaldırmış, sallıyor! o derece! e bi yerden sonra vazgeçiyorsun anlatmaktan, tutup kendin yapmaya başlıyorsun. ama nafile, yaranamazsın arkadaş!

"sen yapınca ben nasıl öğrencem? sen bana söyle, şöyle şöyle diye tarif et, ben yaparım!"

hah! geldik şimdi annenizin bilgisayar macerasındaki ikinci önemli viraja.. bu cümleyi duyduğunuzda anlayın ki, artık dosyaları gizleme ve gizli dosya denen şeyi annenize asla anlatmamak gerektiğini aklınızdan hiiç ama hiiiç çıkarmama vakti gelmiştir! aynı şey msn geçmişiniz için de geçerli. maazallah okur falan, vazgeçin şu alışkanlıktan! ayrıca, psikolojinizin fazla yara almaması için önceden uyarıyorum, abuk sabuk diyaloglara da hazır olmak gereken bir dönemdesiniz. şöyle ki;

" + üf ya anne her gün soruyosun her gün anlatıyorum ya. beceremezsin demiştim sana şu mereti. bırak ben oturayım biraz da..
  - ne varmış? sen de her gün acıkıyorsun, her gün yemek yapıyorum sana da bi kere olsun aç bırakayım şu veledi demedim!
  + :S"

ya da...

" -  böcük, gel bana şu oyunu öğret 
  + ama anne ama.. ya ben açım yaaa" 
(hazır pizza yeme dönemi..)


ve yahut da...

" - şu oturum açan satanist kılıklı herif kim?
  + ne biliim anne internete hergün kaç kişi giriyor, herkesi nası tanıyim?
  - sen meseneye eklemesen çıkmaz ki!"

kimi zaman da...

" - vıy vıy vıyy eee soora?
  + vıy vıy vıy değil, double u double u öfff!
  - ukalalık yapma, sana bi çarparım bi de double çarpar!"


halbuki eskiden ne güzeldi; "ayy anne virüs bulaşmış bilgisayara!" deyince hemen kaçıyordu! süper kıvamdaydı yani. artık yemiyor öyle yalanları, fırsat bulsa ekşi'de yazar olacak!

haa, bi de şu online okey mevzuu var ki, o konuya hiç girmek istemiyorum!!!


sığ sulardan açıklara.. yeniden!



daracık penceremin kısıtlı manzarasında bir ayrıntıydınız; ki her ayrıntı zamanı gelince fark edilmek için var olmadı mı zaten? küfür dolu ağzınız, sigaradan çatallaşmış sesinizle siz, vardınız.

yüksek topuklarınız sabaha karşı yokuşu yankılandırırken, ayrıntılara düşkün yanım bağırırdı : “geldi! geldi!” gelir ve giderdiniz… ve sizinle beraber herkesçe malum o cümle düşerdi aklıma. fakat hikayenizi başlatan kelime, işte o tam bir buçuk hafta önce yazıldı hayatıma.

cinlerimi saydığım günün gece yarısıydı. yazın baharı kışkışlamasıyla geçmişti tüm gün ve gece turunç çiçeği kokuyordu. baharatlı şarabın çakırkeyifliğini sürerken kaldırıma uzanmakta sakınca görmedim. gözüme ışığını düşüren her sokak lambasıyla didişip, alkolün kabadayılığına verdim. büyük şehir denilen şey, rengarenk yamalı, defolu bir yığın.. ve en büyük eksiğidir gece göğünün silik yıldızları. gecenin sakat yıldızlarına küfrettim... kalkmaya yeltenirken fark ettim garip çiçekli perdenizi. matemle savruluşu, yaklaşmayı kaçınılmaz kılan yarı kapalı bir duruşu vardı. yaklaştım…

bir ayna bir ana nasıl sığar? sığmaz derdim ve kati cevabım bu olurdu o geceden önce. ayna yaşamı barındırır çünkü; yetmezmiş gibi duyguyu da hapseder içine. tüm aynalar salt bu sebepten büyülüdür; tüm periler var oldukları boyutla birlikte özün bir parçası. sığmaz o yüzden.. ama sığdırmıştınız…

tek kelime: “ağladım!”

son harfinizin iç burkan kıvrımıyla girdiniz hayatıma.

binlerce parantez açabilirdim ve açtım da… sizin de bu şehre benzediğinizi düşündüğümü hatırlar gibiyim. dışı yaldızlı boyalarla kaplı, içi bir o kadar hırçın ve kırgın.. öznesi sizken hayatınızın, edimin başkalarına ait olmasının ne acı olduğunu da düşündüm sanırım. ömrümce yaşadığım en esnek anlardan biri sergileniyordu bodrum katınızın tek kişilik sahnesinde.

aynadaki kadın.. kaşlarının virgülüne oturmuş hüzün…

imza atar gibi, gereksizce uzamış açıklamalarla dalga geçen son derece yeterli bir özet gibi yazmıştınız aynaya. ve kırmızı ruj, dudağınızdayken bile bu derece acıklı görünmemişti gözüme: “ağladım..” siz ağlamıştınız, bense ayılmıştım. sığ sulara demirlediğim gemimin yelkenlerini şişiren rüzgar misaliydiniz. yol alırken en mahrem anınıza şahit yazılan haddini bilmezliğimi kınadım. ne hakkım vardı? sırf sizin kadar kalbim kırılmadı diye… henüz. sırf karanlığı kovmayan lambalar yakıp, aynadaki yüzüme rujumla imzalar atmıyorum diye... üstelik ben sizin kadar cesur da olamazdım biliyor musunuz? kelimelerimi silip bir sonraki güne görüntümü hazırlayamaz, sonsuzca saklardım onları!

hikayesinin bir önceki okuyanda bıraktığı izleri sunabilmesidir, sahaftan alınan kitapları benzersiz kılan.. birkaç gün sonra eski bir kitabın en dokunaklı satırıymışçasına çıktınız karşıma. öylesine sırılsıklam.. şemsiyemi uzatırken “sen diyebilir miyim?” dedim. art niyetsiz, salt tanıma isteğimden. omuzlarınızı silkişinizdeki umursamazlık kadar sahteydi yüz ifadeniz. “kimse siz demez ki zaten!” dediniz… ne ağır laf ettiniz! o vakit vazgeçtim dilimin ucundaki hitaptan. yürüyüp gittiniz…

“inanna!” dedim içimden. “kıtalarca uzanan aşk tanrıçası! nerede seviştiğin ilk erkek? sırf aşkı yüceltmek adına sevişen rahibelerin nerede? hem neden indin ki gökyüzünden?!”

dönüp baktınız.
hayli kabartılmış sarı saçlarınız vardı. boyanın handiyse istilasına uğramış yüzünüz sonra...


3 Kasım 2009 Salı

iç ses..

"içinde gezdiğiniz" şiirler oldu mu hiç? hani, ne yapsanız ne etseniz beyninizin arkasında dolaşıp duran, hayata fon yaratan şiirlerden.. ben benim hayatımda sürekli yankılanan, birlikte yaşadığım böyle birkaç şiir sayabilirim. fakat bugün, havadan mı bilinmez, özellikle bir tanesi sesini çok yükseltti. yazmazsam, yazarken birkaç kere yüksek sesle okumazsam rahat edemem gibi geldi. taşmasın diye köpüğünü alır gibi..


**********


sana anlatılmamış masalların birindeydim.
bilmezsin brest'te yaşadığım aşkları
siyam'ı
savaşını
gecesini
gündüzünü
öğle sonrası dağ eteklerinin altında saklanışımı
ve bacak arasından kaçan acılarımı..
bu yüzden sevmedim seni...




* "et ne m'en veux pas si je te tutoie / je dis tu a tous ceux que j'aime",
* “sen diye hitap ettiğim için sakın bana kızma / ben tüm sevdiklerime sen derim"



anlatılmamış bir masalın ortasına düştün ne yazık

görevin dizginleri kopmuş bir hayvanı sevmekti

sevdin de!

siyam sokağında seviştin

en nahif bakışını bıraktın onda

bir elinde kalem, gözünde gözlük ve dizine yapışmış yarım kağıtta

yazılıydın sen..

sen yalnızca yazılabilen kadardın.

yazılabilmenin ne demek olduğunu bilendin.

kelimeleri bilenmiş keskin ağızlı

konuştukça böbrek taşları dökülen

konuştukça ses telleri titreyen

mor saçlı kahve gözlü masal kızı..



kasabanın kil toprağına tükürsen

evleri su basardı

bu yüzden sevmedim seni

bu yüzden sutyeninde

fonetik deformasyonlar yaşanırdı

eskimiş gönlümden sökülürdün sen

bir bir

ben istemeden..



chevrolet’imize biner

sonra beğenmeyip malibuyu kapardık

karalanmış gündüzdü gece

ay, güneşin çıplağıydı

ve her karanlıkta kasaba,

güzel kadınların aşığıydı..

masala göre bin bir gece sürecekti aşkımız

sen saçlarından süpürge yapıp

kalbimin tozunu alacaktın,

ben senariste çağımızdan söz edecektim.

eskimiş bir aşktın sen

bu yüzden

bu yüzden sevmedim seni..



göğüslerin

bir fahişeyi solladığında

dört yüz seksen üçüncü sayfanın baş paragrafındaydık

masala göre üç

sana göre hiç çocuğun vardı

bana göre

kasabanın meydanına bırakılmış bütün piçler senindi

sayfa sayfa doğuyorlardı onlar

bedenler seviştirilmeden

gece terlemeden

ve sen kasabanın kil toprağına tükürmeden..



sana anlatılmamış masalların birindeydim kadın!

ne yazık ki ortasına düştün salya sümük aşkın

bilemezsin

siyam’ı

savaşını

gecesini

gündüzünü

öğle sonrası dağ eteklerinin altına saklanışımı

ve bacak arasından kaçan acılarımı..



her sayfa başka bir mevsim

her paragraf sevimsiz ..

bu yüzden sevmedim seni..



* "rappele toi barbara,
il pleuvait sans cesse
sur brest, ce jour la..."





* jacques prevert/"bu yüzden sevmedim seni"



eey ruh, geldiysen bana HTML öğret!

       nerden aklıma düştü? düşmez olaydı..! 

       fazla bir şey mi istedim ben? sayfama şu online sayaçlardan koymak istedim yalnızca.hani şu günlük ziyaretleri, online ziyaretçileri, toplam sayıyı falan ayrıntılı göstereninden.. neyse cancağızım, bedava sayaç veren sitelerden birinden kodu alıp şablona yerleştirdim. yedekleme falan da yapmadım tabii. 

       salak ben! geri zekalı, ibiş ben!!! 

       toplasan abuk bi kod, olmadı silerim gider diye düşünüyordum ki, olan oldu! tüm yazılarım sayfadan kayboldu bir anda! ne olduğunu hala anlamış değilim. kayıtlar hafızada duruyor pekala, ama sayfada görünmüyor! başımdan aşağı kaynar sular döküldü sanki. ne var ki bunda, dediğini duyar gibiyim okurcum, deme! ben ööle eski kullanıcılardan diilim. sayfayı şu haline getirebilmek için belki bin kez yap boz gibi oynadım şablonla. 

       "olmadı, baştan yap!"
       "ay bu kod buraya konmuyormuş!"
       "widget dediği de ne ola ki? yenir mi acep?!"
       "yok yenmiyor; beni yiyor canlı canlı, pis meret!" 

       böyle böyle, deneme ama en çok da yanılma yoluyla bi sayaç bi de unicef'in bannerini zar zor eklemiştim. ama bir anda her şey kayboldu! şablonu aradım taradım, nafile! eklediğim baş belası kod buhar olup uçmuş sanki! bi türlü işlemi geri alamıyorum.. 

       (heyecandan gırtlağın kurudu di mi sevgili okur? o an benim de kurumuştu, evet!)


       hayli bir süre boyunca kendime, bilgisayar denen merete, çağrışım yoluyla bilişim çağına bi temiz küfrettikten (itiraf ediyorum, arada teknolojiyi virtüöz misali kullanan civciv kadar çocuklara da küfretmiş olabilirim; bana kendimi sırılsıklam salak hissettiriyor o ukala veletler!), arada birkaç bişey de tekmeledikten sonra çaresiz yeniden oturdum bilgisayarın başına. şablonu, yazıları, daha önce bin bir zorlukla başa çıkabildiğim herşeyi yeniden yükledim; taa ki sabahın dördüne dek!


       acı bana okurcum, acıdın di mi? valla bak, herşey senin için.. 

       hayır, benim asıl kafama takılan, o saçma sayaç kodu nereye gider ki şablonun içinden?! yemin ediyorum sana, ctrl+f'le bile aradım kodun her bi kelimesini de, kara deliğe düşmüş gibi buhar oldu, uçtu! töbe allaam bismilla, bak hala tüylerim diken diken oluyor düşündükçe! ama ben diyorum, bana perili, inli cinli bi blog kakaladılar diyorum da, kimsecikleri inandıramıyorum. bu sayfayı benden önce kullanan blogır, bilgisayar başında mı vefat etti nedir? böyle benim şablonun içinde dolanıp sanal hayatı bana zehir ediyor! 

       evet, artık kesinlikle eminim, bu bloğun altında yatır var! neme lazım, sen bundan sonraki gelişlerinde kapıda bi süphaneke falan okumadan girme içeri okurcum.. ne olur ne olmaz!!!