31 Aralık 2011 Cumartesi

annneeee bittieeee..!

2011'in tek cümlelik özeti : 


"seneye bak, bokum gibi!" 


2011'in tek kelimelik özeti: 


dictionary.com'a göre bu yılın dünya çapında tekabül ettiği kelimenin anlamı "bir olaya, bir nedene ya da gelişmeye bağlı olarak herhangi bir konu hakkındaki fikrini ya da tavrını hızlıca değiştirmek.." örnek olarak da -ne hikmetse- wall street olayları ve ortadoğu isyanları verilmiş. yaniii, gaza öyle bir gelmek ki protestolarda çılgın atmak.. yaniiii... "tergiversate" 


biz ise "hassiktir" diyoruz.




2011'in tek şarkılık özeti: 


anathema'dan geliyooorr.. looost controllll! rocker görünümlü emo bir ruhum var, evet. sözleri senin de içinde yankılansın istiyorum, fade-out'taki keman seni de öldürsün istiyorum, al dinle istiyorum: 




2011'in tek şiirlik özeti: 


"sessizlik.
 artık ne soru, ne yanıt.
 sessizlik.
 ne cümle, ne sözcük.
 yalnızca sessizlik.
 kapkara gece.
 - nerdesin?
 - hiçbir yerde.
 - keşke."


ferit edgü / binbir hece

6 Eylül 2011 Salı

ben bunu çevreye verdiğim rahatsızlıktan dolayı yazdım

"yalnızca doğru ağlama tarzını belirleyebilmek için tüm örnekleri bir kenara bırakalım. söz konusu ağlama, skandala dönüşmez, kendine koşut olan, acemice benzeyen her türlü gülümsemeye de sövüp sayar. 

ortalama ya da sıradan ağlamalar, yüzün baştan başa büzülmesine, gözyaşı ve sümükle beraber sesin kısılmasına neden olur. burun akıntısı ağlamanın sonunda ortaya çıkar, gözyaşları durduğunda hararetle sümkürülür. 


ağlamak için imgeleminizi kendinize döndürün. fakat bunu dış dünyaya inanma alışkanlığı edindiğinizden dolayı başaramıyorsanız, karıncalarla kaplı bir ördek ya da hiçbir zaman kimsenin girmemiş olduğu magellan boğazı'ndaki körfezleri düşünün. 


ağlama başlar başlamaz, görgü kuralları gereğince, yüz avuç içi içeri döndürülerek iki elle birden kapatılacak. çocuklar, kollarından birini yüzlerinin üzerine kapatarak ve öncelikle odalarının bir köşesinde ağlayacaklar.

ortalama ağlama süresi: üç dakika."

julio cortazar / ağlamak için açıklayıcı bilgiler 


**********


hanife teyze, sözüm sana...
anahtar şıkırtısını duymasıyla kapıyı aralaması bir olan meraklı kapı komşum, işyerime gelip gidenler, gözyaşlarımın her bir damlasını üzerine alınan sevdiceğim, otobüsteki "aa bak lan kız ağlıyoo"cular; size söylüyorum: "seninle alakası yok" cevabının kulağa bir nevi çemkiriş gibi geldiğinin farkındayım ama yapabileceğim bir şey yok. sonuçta neden ağladığımı bilmiyorum canını yediklerim, gelmeyin üzerime!


yani nasıl anlatılır ki?! çok ağladım şu iki hafta boyunca ben. hani böyle içim dışıma çıkar gibi, hani üzerine doktora tezi hazırlar gibi ağladım. öyle de sebepsiz ki.. bir sabah kalktım, baktım ağlıyorum, öyle de gitti iki hafta.. ilk başta meraklananı, yardım teklif edeni, omuz uzatanı çok oldu tabii. hep aynı diyaloglarla geçti günlerim:


+ aaa, du bakim ağlıyo musun sen?
- böhüüü..
+ ama ne oldu ki? anlat istersen?
- bilmiyorum ki, fırk! yok bi şey galiba ya..
+ olur mu ama? var ki bir şey ağlıyosun..
- vallahi yok bir sebebi. seninle alakası yok en azından.. ühü ühüüü..

----------------------------

sevdicekle yaşananlar daha bir başkaydı tabii..

+ canım? ağlıyorsun sen?!
- yok ağlamıyorum..
+ e bu yaşlar ne o zaman? söyle hadi, kim üzdü benim bi tanemi?
- ne yapacaksın ki? dövecek misin?
+ döverim gerekirse.. sen söyle bi..
- ya saçmalama ya! fırk! yok bi şey hem!
+ ama üzülüyorum ben. anlat lütfen..
- ya bilmiyorum dedim ya, gelme üzerime. 
+ ben mi bi şey yaptım yoksa?!
- ya niye üzerine alınıyorsun ki?! böhüüü.. seninle alakası yok taam mı?


----------------------------


ha, bi de hanife teyze var...


+ merhab.. aaa neden ağlıyorsun kızım?
- yok bi şey teyze.. 
+ a yok vallahi ağlıyorsun. bak şunca yıllık tanışıklığımız var, anlat allasen.
- teyzecim yok bi şey dedim ya. söyle sen ne istediğini..
+ al mendil, al! ağlama kızım hiç değer mi? o uzun saçlı mı üzdü seni yoksa?
- ya ne alakası var? vallahi yok bi sebebi, yorma sen aklını. 
+ ne yani, senin aklın almaz mı diyorsun bana sen şimdi?
- estağfirullah teyzecim, o ne demek öyle? seninle ilgisi yok diyorum sadece!
+ deli ayol! insanlara iyilik de yaramaz oldu. hıh!
- böhüüü.. allaaam öldür beni!


ama insanoğlu alışan hayvandır, derler; bir süre sonra alıştılar. "yine ağlıyorsun ha? hadi bakalım kolay gelsin. ehehe.." türü sözler duymaya başladım görenlerden. eş dost da anlamaktan vazgeçti, hani tüm müdahalelere rağmen akıtan bir muslukmuşum gibi bir köşeye koyup kendi halime bıraktılar beni. haliyle ben de kendimden vazgeçtim tabii. durur elbet, dedim... biter dedim.. bitmeli, dedim... bitmedi... henüz.


tek bildiğim, mutsuz olduğum. budur. sürekli ağlamaktan kaynaklı mı mutsuzluğum, yoksa mutsuz olduğum için mi ağlıyorum.. hiçbir fikrim yok. başlarda kasıyordum kendimi "neden ağlıyorum ki şimdi ben?!" diye, kasmıyorum da artık. kapana kısılmışlık duygumu yoğunlaştırmaktan başka bir işe yaramıyor çünkü. ne kasıyorsun lan işte, zırla gitsin. 


umut sarıkaya misali..


"ağladım, çok ağladım. ağlarken sakızım ağzımdan düştü."

15 Ağustos 2011 Pazartesi

yaz günü duş almayan cenabet! olum seni kınıyorum ve sana çok pis laflar hazırladım lan!

 zaman ve mekan algım kokulardan oluşur benim. bana yol sorma gafletine düşmüş bir zavallıya "ekmek kokularının olduğu aradan gir, bir yüz metre kadar sonra çöp kokuları yoğunlaşmaya başladığında sağa dön, az ileride envai çeşit baharat ve salça karışımından oluşan bir koku alacaksın. dur ve karşıya bak." demem pek olasıdır mesela. henüz yavru sayıldığım dönemlerde bunu bir süper güç olarak algılamış olabilirim, hatırlamıyorum. fakat artık eşek kadar olmam hasebiyle sahip olduğum bu özelliğin fizyolojik bir defo olduğunun farkındayım ve hayır, nedenlerini de merak etmiyorum. neticede alacağım cevap hiç de seveceğim türden olmayabilir. son derece uzak atalarımdan biri kurtla köpekle falan çiftleşmekten hoşlanan sapık bir hominid çıkarsa eğer, oturup üç gün ağlayabilirim çünkü. halbuki bana ne milyonlarca yıl önce yaşanmış sıradışı zevk gecelerinden? ama işte elimde değil, ağlarım.

tıpkı yol tariflerimde olduğu gibi mevsimsel döngülerin belirleyicisi de kokulardır benim için. kışın geldiğini ayak, yazın geldiğini ter kokusundan anlarım ben. o ara depresyonda olabilirim, zaman ve mekan algımda kısıtlamaya gitmiş olabilirim, mecnunu delirmiş leyla misali fotosentez yapıyor olabilirim... ama dünya ahvalinden ne kadar kopuk bir yaşam tarzı benimsemiş olursam olayım illa ki nefes alıyorumdur ve bir gün bir otobüse binince "aa yaz gelmiş ya la.." diyerek ayılıp kendime gelirim. öyle bir kokudur ki o, xanax falan bi köşede zırıl zırıl ağlarken elinden tuttuğu gibi dibine vurduğun depresif çukurdan çıkarır seni. 

makarayı biraz geriye sararsak.. 

adam ya da kadın sabah kalkar, yüzüne göstermelik değdirdiği bir kaç damla suyun ardından üç günlük giysilerini üzerine geçirir ve dazlak kafada yumurta pişirmeye müsade edecek kadar ısınmış yaz güneşine çıkar. adamın ya da kadının bedeni doğal bir tepkime sonucu ter adı verdiğimiz bir sıvı salgılamaya başlar ki, normalde kokusuz olan bu sıvı en son tıraşlanma seansının üzerinden iki-üç hafta geçmiş koltuk altlarında kaynayan bakterilerle marine edildiğinde bu özelliğini kaybederek duş almaktan bihaber sahibini kimyasal bir tür bombaya çevirir. ve o ayaklı bomba da gider, otobüste leyla leyla dışarıyı seyreden mefistonun gariban suratında patlar. 

tam o sırada replik: "aaa yaz gelmiş ya la.!." 

gerisi hep aynı. "astım krizim tuttu, inmem lazım!" diyerek otobüsü en saçma yerlerde durdur ve kendini dışarı at. içinden toprağı öpmek gelecektir, gelmesin. çünkü eğilirsen kusarsın. onun yerine yaşadığı travmadan ötürü hala baygın olan reseptörlerini canlandırabilmek için en yakın eczaneye kapağı at ve kolonya kokla... ama artık bezdim. şu dakkadan itibaren bas bas bağırarak devleti göreve çağırıyorum. hatta bir kaç çözüm yolu bile önerebilirim:



1. her evin kapısına birer koku dedektörü yerleştirmek: temelde metal dedektörleri baz alınarak kurulacak olan bu düzenek, kapıdan çıkmak isteyen herkesin temizlik seviyesini ölçerek toplum sağlığını tehlikeye atacak ölçüde pis olanlara denk geldiği anda kapıyı pencereyi kilitleyecek bir alarm sistemine bağlanabilir. böylece dışarı çıkabilmek için bireyin gidip bi güzel keselenmekten başka çaresi kalmayacak ve sokaklar mis gibi kokacaktır. kurulacak bu düzeneğin yanı sıra, her haneye kişi sayısına göre değişecek miktarlarda roll-on tüketiminin şart koşulması gerekir. neticede antiperspirant candır.

2. gezici kişisel bakım timi kurmak: karavanla gezmesi gereken bakım timinin görevleri arasında, kokan birisini tespit ettikleri anda yaka paça karavana sokmak, çığlıklara aldırmadan sıcak suyla bir güzel yıkamak, bakterilerin yaşam alanı sayabileceği bölgeleri kıllardan arındırmak, ardından kişiyi pudraya boğarak "sıhhatler olsun" dilekleriyle beraber yeniden sokağa salmak sayılabilir. bu açıdan bakınca timin bir adet tellak, bir adet ağdacı kadın, kokuya duyarlı bir adet köpek, bir adet kozmetik uzmanı ve herşey olup biterken başında söylenip kişiyi utandıracak bir adet dırdırcı kadın'dan oluşması tavsiye edilir. 

3. mefisto'yu burun ameliyatına sokmak: evet, eminim ve son kararım. normal bir insanda olması gereken koku reseptörlerinden bir kaç misli fazlasına sahibim ve onlardan kurtulmak istiyorum. sokağın öbür ucundaki insanın kokusunu almak da ne yani? hem neden sapık ilişkilere girmiş atalarımın cefasını ben çekmek zorunda olayım ki? istemiyorum arkadaş, gerekirse burnumu toptan alın ama kurtarın beni bu dertten ya.. lütfen lan!

12 Ağustos 2011 Cuma

memleketimden oruç manzaraları...





- beşiktaş bayan voleybol takımı alt yapı oyuncusu 19 yaşındaki nurcan ibrahimoğlu, antrenmandan çıkarak bahçeköy- 4. levent otobüsüne bindi. otobüste erkek bir yolcu tarafından üzerindeki şort nedeniyle ilk önce sözlü taciz edilen genç kız, daha sonra dövüldü...

- erzurum'da, ramazan ayında sokakta sigara içtiği gerekçesiyle tartaklanan kadın, öğrenci yuduna sığınarak polisten yardım istedi. polis olay çıkaranları gözaltına almak isteyince çıkan arbedede bir polis ve iki kişi hafif yaralandı. olay çıkaranlar savcı tarafından serbest bırakıldı...

- turistlerin de ilgi gösterdiği asmalımescit ile beyoğlu’nun arka sokaklarındaki içkili restoranların önüne konulan masalar ramazan ayı nedeniyle zabıta baskınlarıyla kaldırılıp götürüldü. aynı olay cihangir'e de sıçrayınca, bu mekanların müdavimleri yapılan baskıyı protesto etti...


********************


sübhanallah kardeşler, ne ibretlik tepkilenmişsiniz öyle! aynı ben. geçen yolda yürüyorum misal, baktım karşıdan biri kopası dilini iki karış çıkarmış, dondurmasını yalaya yalaya geliyor. dedim, ne iş? valla ne olsun diye girdi cümleye beynamaz, bi türlü susmak bilmedi. artık nasıl dellenmişsem çektim benim emektar haydar'ı zuladan, abi noluyo demeye kalmadan verdim sopayı verdim sopayı.. allah seni inandırsın çevre sakinler zor aldılar elimden de bıraktığımda nah böyle me'liyordu. oh iyi oldu kafire! vallahi yok hümanizmmiş, yok demokratik haklarmış, falanmış filanmış diye gek gek konuşanın kafasını mıncıklarım.

bre zındık! oruç bu, şakaya gelir mi? insan nefsi kaypaktır, kadeh gördü mü dayanamaz, sigaraya hiç gelemez.. hele ki şort.! allah muhafaza dinden eder müslüman adamı. şu mübarek ayın yüzü suyu hürmetine dövülen kafir sayısınca sevap point kazanacaksınız, diye boşuna mı demiş peygamber? 

o sebepledir ki, abdestli ellerinizden sopa, oruçlu ağzınızdan küfür, inançlı yüreğinizden vahşet eksik olmasın pek sevgili din kardeşlerim. selametle...

5 Ağustos 2011 Cuma

isteyenin bir yüzü kara, vermeyenin allah belasını versin

geliş gidişlerim biraz karışık olsa da, pek fazla yorum yazamasam da okuyorum sizi. valla bak. hem üstüme gelme rica edeceğim, rezil durumdayım bildiğin. geçenlerde bir sabah uykuyla uyanıklık arasında salınırken aklımdan geçen ilk cümle "kafamda hiç yer kalmamış gibi" oldu mesela. hangi insan evladı güne böyle başlar ki? ayrıca evet, kafam küçük benim. herkesin milyonlarcasına sahip olduğu gri hücrelerden bende ancak birkaç bin kadar var ve onlar da mütemadiyen su kaynatıyorlar. yarım akıllıyım anlayacağın. o kadar ki, zavallı kafamın içinde dört dönmeme rağmen yorgunluğumu tasvir edecek tek bir kelime dahi bulamadım. yok. sadece yorgunum ve bir daha asla dinlenmiş hissedemeyeceğimden korkuyorum. belirli aralıklarla hayata "beni neden yoruyoğğsuuun??!" temalı sitemler yollayıp "yürü git len!" cevabını alınca da paşa paşa yoluma gidiyorum. ama neden olmasın, neden ısrar etmeyeyim? insanoğlu dönek hayvandır; bazı bazı bezginliğin dibine vurur sonra bir bakarsın zımba gibi atılmış hayata. böyle böyle kendimi gaza getirip "dı sikrıt" olayına bi el atayım istedim. evrenden iste, olsun hesabı. geçen pazarlığa oturduk mesela, dedim "evren, bana ver!" feyk atacak ya, hemen dalgaya vurdu işi.


- oldu canım.. nerden?!
- en güzel yerinden.
- bi bacak göstersem?
- olmaz! hepsini ver.


hazırlıklı gitmiştim allahtan, soktum listeyi burnuna, dedim bunları istiyorum. ya verirsin ya da bu müridini kaybedersin. sonrasında iki kulhu bi elham, haydi allah rahmet eylesin. böyleyken böyle.. buraya da not düşüyorum ki, isteklerim kim vurduya gitmesin. çok pis psikolojik baskı yaparım ben.




 1. evren, beni tatile gönder lan allahsız! şu resme her gün bakıp bakıp gözyaşı döküyorum ben, bitsin bu çile. lüks oteller, efendime söyleyeyim spa seansları falan olmasa da olur. palmiyelerin altına hamak kurup yatarım ben. ufak tefek bir şeyim zaten, neresi olsa sığarım anlayacağın. ortama uyum sağlamakta üstüme yoktur. stilimi bukalemuna, psikolojimi "sörvayvır mod"a ayarladım mı her şey biter benim için. tencere tava da alırım yanıma, balık tutarım, midye toplarım, hindistan cevizi kırarım... elimden her iş gelir abi, yok mu şu garibe seyşellerde bir cennet köşesi yani? tamam lan, atar yapma. olmadı bi masör yolla eve, kulunçlarımı açsın, omuzlarımı gevşetsin, bi de kahve yapıp gitsin. ben ona da razıyım.




2. lamı cimi yok, artık köpek istiyorum. bana şöyle baksa tüm yorgunluğum su misali akacak sanki paçalarımdan. sevdiceği ikna etmeye çalışmaktan ayrıca sıkıldım, o işi de sen hallet bi zahmet. yok zaman alırmış, yok bahçeli evimiz olunca sözmüş, falanmış filanmış.. bezdim yeminle. baktı olacak gibi değil, en son "ben senin köpeğin olurum" deyip iki hav hav falan yaptı, "abi büyüksün!" diye elini sıktılar etraftakiler sana ne diyorum? anlayacağın benim dilimde tüy, çenemde derman tükendi, sana devrediyorum. artık döver misin, söver misin, topuklarına mı sıkarsın, dansöz elbisesi giydirip sokak sokak dolaştırır mısın, bilemem. ben sonuca bakarım. eti senin kemiği benim ayrıca, senden mi sakınacağım nedir yani? 


3. evi değiştiresim var, mümkünse kafayı yememiş bir ev sahibiyle muhatap et beni. zira sıcaklardan mıdır nedir, hepsinde bir bunama hali peyda olmuş durumda. geçen bir eve bakmaya gittik misal, biz evi 3 oda 1 salon biliyorduk ki öyleymiş de zaten. amma velakin adam iki odayı kapatacakmış da, bizden de hiç kapatmamışcasına kira talep edecekmiş de... deli lan bu, deyip hemen uzaklaştık oradan. hayır herkes mantık sahibi olacak diye bir şey yok, tamam. ama her deli ev sahibi olacak diye bir şey de yok di mi ama?! tanrı canı sıkıldıkça böyle tipleri salıyor bence aramıza ki, bizim de canımız sıkılsın, ayrı gayrı olmasın. ama bende derman kalmadı. bu işi de hallediver hazır elin değmişken.


şimdilik bu kadar. üç vakte kadar oldu oldu, olmadı yine kapındayım; bil istedim. köpek istediğimi söylemiş miydim? peki.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

amy öldü, hadi cesedine tükürelim!

"artık amy winehouse'tan geriye kalanlar da küle döndüğüne göre, hayatla başa çıkabilenler olarak biz, artan ahlak yüzdemizin şerefine kadeh kaldırabiliriz. ama sadece bir tane! çünkü biz iyi, verimli ve ahlaklı bireyleriz. ardımızda lekeli ayak izlerimiz yok mesela, hatalarımız yok. biz mükemmeliz. zorlu insanlık tarihimiz boyunca amy gibilerin üzerine oynadığı mazlumlar bizdik. şeytanın kabarık saçlı tohumları meftun eden sesleriyle ayartmaya çalıştılar bizi, ellerinden düşmeyen kadehleriyle "rehabilitasyona hayır!" dediler.. delik deşik damarlarını gösterip "iyi değilim" de dediler gerçi, ama biz böyle iyiydik; iplemedik. baktılar olmayacak, zevk yelpazesi hayli geniş nice günahlar serdiler ayaklarımızın altına da bana mısın demedik. nihayet "beklenen ölüm" gelip çatınca da derin bir oh çektik. içimizde gizlediğimiz ahlak polisinin ipini saldık ki, kanmaya müsait olanları uyarıp "bakın işte, desin, gördünüz mü? kötü çocuk olmanın sonu budur!" ama aslında kendimizi tebrik ediyorduk satır aralarında, biz iyiyiz dedik, güzeliz. biz aşırılık nedir, bilmeyenleriz. nar gibi kızardı egolarımız. ve fakat yetmedi, yetinmedik. hala yaşama cüretini gösteren "öteki"lere de ölüm istedik. 27'nin lanetine hikayeler düzüp, ibret alınmasını istedik. gencecik yaşında heba olmuş bir hayata üzülenlere daha onurlu ölümleri misal gösterdik. ve en sonunda bir cesedin üzerinden yaşadığımız orgazmın keyifli kızarıklığı hala yanaklarımızdayken ve içinde savrulduğumuz onca kavram karmaşasını da görmezden gelmeyi bilerek yine sana geldik. 

sev bizi, tanrı! 
çünkü biz kendimizi sevdik...

bizi cennetine al! 
çünkü biz bu uğurda insanlığımızdan feragat ettik...

amin."


ölülerin ardından ibretlik masallar kotaran his kabızı vatandaş! ah ne mükemmel bir ikiyüzlüsün sen.. ne görkemli bir yalancısın. bak sana söyleyeyim, içinde hala böbrek taşları misali taşıdığın günahların ve gizli pişmanlığını yaşadığın hatalarınla oh çekiyorsun ya şimdi, yalan! hala çirkinsin. o yaşadığın tatmin olsa olsa bir orgazm taklididir ki, buna inanabildiğin için gördüğüm en büyük aptallardan birisin. hayatla her başa çıkamadığında, yığılıp kaldığın her köşebaşında, ellerin paslı bir jilete her uzandığında bunu hatırlamanı isterim. bunu ve senden olmayanların ölümüyle düze çıkmak üzerine kurduğun beş para etmez medeniyetinin içine tükürdüğümü..

ah ulan, sen var ya sen.. son günlerde cinnete meyyalimin sebebisin sen.

8 Temmuz 2011 Cuma

yakarım lan burayı, komple yakarım!

sevgili deep, googhan, rory, ve mia "evinde yangın çıksa ve tek bir eşya kurtarmak zorunda kalsan neyi kurtarırsın?" diye sormuşlar. 

aklıma en akla ziyan felaket biçimlerini dahi öngören holivud menşeli tipler geldi bir anda. sosyo-psikolojik kastın en altında komplo teorileri üretip duran, toplum içinde en kibar tabiriyle "deli" olarak anılan bu kişiliklere de hep özenmişimdir zaten. ben sorun çözücüden ziyade, felaket sebebiyimdir çünkü. evi ajanlar bassa sebebi benimdir, çok atarlı bir anımda yolda rastladığım bir takım elbiseliye gıcık olup kaslı erkeklerin yatakta iktidarsız olduğu teorisinden bahsetmiş olabilirim mesela. yaparım evet. adam da fena içerler, şubede ne kadar yandaş bulursa artık, hep beraber "devletin testesteron seviyesine laf etmek"ten evimi basıverirler.. 

ya da yangın çıksa kibriti çakan meşum el kesin benimkidir. hayır, daha önce çıkardım oradan biliyorum. ama sağlam sebeplerim vardı, anneannemden çekirdek araklamaya çalışıyordum bi kere. gerçi olay nasıl oldu da koca evi kül eden bir yangına dönüştü, işte orasını ben de anlamadım. hatta hala sülalecek toplanıp tartıştığımız bir muammadır bu. azmettik, çözeceğiz. yoksa ben de isterdim evin orasına burasına gizli bölmeler dolusu illegal öte beri yerleştirmeyi, efendime söyleyeyim yatak odasının zemininden ormana doğru kaçış amaçlı yararlanabileceğim tüneller kazmayı felan ama arıza çıkaran bünyem böyle alengirli şeylere müsait değil. bi kere zaten apartmanda ikamet etmekteyim ve arka cephede de kurda kuşa karışabileceğim karlı ormanlar falan yok. kader kısmet işi bunlar tabii.

tüm bunları düşününce, zavallı çantamın o kafası karışık, rezil hali sevindiğim tek şey olup çıktı. şöyle ki, içine abuk sabuk satırlar çiziktirdiğim defter çantada, kimlik, cüzdan vesaire çantada, lap top çantada.. dolayısıyla çantamı kaptığım gibi sebebiyet verdiğim yangından uzaklaşmam yeterli gibi görünüyor. aman canııım.. ben zaten eline geçen tüm öte beriyi çantasına tıkıştırıp, onu da utanmadan sevdiceğine, kardeşine felan taşıtan bi kız olmanın faydalarını bir gün göreceğimi biliyordum, şerefsizim biliyordum!

mimlediklerim; 

mon clementier
falanca filanca
yaş tahta
sadece umut
aman be hayat!

kolay gelsin... 

6 Temmuz 2011 Çarşamba

belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu..

insanlar konuşur...

iletişim özürlü ve içe kapanık bir bünye için evrimin en büyük hatasının adı budur: "wernicke" beynin konuşmayı mümkün kılan merkezi.

siz hiç tıbbi bir engeli olmadığı halde konuşmayan, içine duyularıyla soğurduğunu dışarı kelimelerle atmayan bir insan gördünüz mü? ben görmedim. ve fakat hep böyle birini düşledim. ben anlatacaktım, o dinleyecekti. gülecektim, dinleyecekti. ağlayıp küfredecektim, o sadece dinleyecekti. ve ben tüm bunları yaparken gözlerim onun yüzüne bir anlığına dahi kaymadan karşıdaki duvarı inceleyecekti. fazlasıyla kaba, benmerkezci ve ahlaksız bir tutum mu? olabilir, ama bunu düşlemekten kendimi alamıyorum. çünkü benim için duygulardan bahsetmek zorlu bir eylemdir. kucağımda ceset taşımayı hislerimi açıklamaya yeğ tutarım. başkasının yanında ağlayamayanlardanım ben, sevdiğini söyleyemeyenlerden. hiçbir zaman yanımdakinin kulağına eğilip "canım yandı" diyememişimdir mesela. bu cümleyi sarfetmem için o insanla bir daha asla karşılaşmayacağımı garantilemiş olmam gerekir. çünkü ertesi gün son derece iyi niyetli de olsa bir soruyla karşılaşmak muhtemeldir ki, hayatta en sakındığım şey neredeyse budur. ben daha çok söylediklerim bir an sonra unutulsun isterim, bir daha lafı edilmesin, bir suç ortaklığıymışçasına geçmişe gömülüp gitsin. kuyuya bağırmak isteği benimkisi. peki ya kuyuların devri çoktan bittiyse? ve zaten insanlarla kuyuların tabiatı hiçbir vakit örtüşmediyse?!

edip cansever'in mucize kabilinden bir masası vardır ya hani, koydukça koyar üstüne de masa bana mısın demez onca yüke. kendimi onunla bir tutmaya ne zaman başladığımı hatırlamıyorum ama sihirli bir tarafım olmadığını fark edeli çok oldu. an geldi yıkılacaktım, artık kendi fazlalıklarımı taşıyamaz olmuştum. tanrının ustalık işi değiliz biz, insan ruhu o kadar da elastik değil işte. hayata sürtünerek yaşıyoruz çünkü. sürtünme katsayısı arttıkça ruhun da çatırdamaya başlıyor ve öyle bir an geliyor ki, kendi ateşine çıra olmamak için ayaklarını toprağa gömüp fazla elektriği boşaltma ihtiyacı hissediyorsun. 

sizin ruhunuzu gömdüğünüz kümbetler nerede ya da kime sır diyerek emanet ediyorsunuz anılarınızı, bilmiyorum. ama ben arka kapılarımın yerini belli etmeden, hiçbir kaprisimi rahatsız etmeden yaşayabilmenin yolunu defterlerde buldum. öyle ahım şahım şeyler de değiller hani; benim attığım adım sayısınca yol katetmekten yıpranmış, akla hayale gelmeyecek yerlere saklanmaktan hırpalanmışlar. hem sayfaları da kalbim kadar temiz falan değil üstelik, çoğu yerinde düşünürken bilinçsizce çizdiğim o resimlerden var ve santimetrekareye düşen gözyaşı miktarına göre değişiyor kabarıklıkları. hatta şimdi bakınca, bir başkasının hayatını yaşamaktan ölümün dahi zevkine varamamış, onca anı yükünün altında sırtı bükülmüş ve omuz seviyesi olması gerekenin hayli altında seyreden cansız bedenler gibiler. yakmam lazım biliyorum, rahatı çoktan hak etmiş sayfalardan arta kalanları rüzgara savurmam lazım. ama yapamıyorum. her sayfasına kazınmış satırlarda handiyse atan nabzı hissederken varlığını alevlere teslim etmek.. bunun cinayetten ne farkı olur?

aksine, ilk aldığım o gün aklımda yeniden canlanırken ellerim kapağına uzanıyor. dünyanın en büyük gizini eşikten geçirip odama taşıyormuşum gibi hissettiğim an.. masama koyup da "ben bununla ne yapacağım ki şimdi?!" diye kaldığım an.. aradan bir müddet geçtikten sonradır ki, ilk sayfasına rastgele iki cümle yazdığım an...


"insanlar konuşur... ve evrimin en büyük hatası budur."


not: "anılar ve anıların yüklendiği eşyalar" konulu bu zorlu mimi çok sevgili ayl-in yollamıştı. mimden çok, vahşi bir kumpas olduğunu ancak yazarken gözlerim dolduğunda anladım. ayl-in'e en içten teşekkürlerimle  :)))

1 Temmuz 2011 Cuma

bugün zaman akmasın dursun, ben içinden geçeceğim

insanları genellemelerin içine tıkıştırıp etiketlemekten hazzetmesem de "aşık kadın" diye kanun hükmünde evrensel bir gerçek var ki, bunu inkara lüzum olmadığını ben bugün bir hemcinsimin yüzüne aval aval bakıp cümle kuramazken anladım.


kadın aksi, kadın nalet... olabilir tabii, çeşit çeşit insan var. neticede doğar doğmaz tarzlarına göre sınıflandırılmış renkli karakterlerle dolu bir gardırop sunmuyorlar sana. ilk gördüğünü üzerine geçirip bir aceleyle hayata atılıveriyorsun. gerisi ailene ve yaşam şartlarına kalmış; mevcut malzemeyi ne kadar şekillendirebilirlerse, toplamda o kadarsın artık. da, ben de aksi bir insanım. hem huysuzum da üstelik. belki de salt bu sebepten bu kadından ölesiye nefret ediyorum. hani sonradan kendimden utanacak olmasam, ablayı her türlü sözlü şiddete maruz bırakıp evine ömrü billah toparlanamayacak jöle kıvamında bir psikolojiyle gönderebilirim. o derece. amma velakin kendimi tutuyorum. gerçi bugün farklı, bugün sol yanımdan kalktım ben. sürekli geri sayım halindeyim. herşeye sinirliyim, tüm iğrenç vasıflarımın önüne çektiğim bariyeri yıktım, bütün dünyayı karşıma alıp iblislerimi saldım.. deyim yerindeyse, koskoca insanlık bir yanda ben bir yandayım. sevdicekle de kavga etmişim hazır, allahım bana yan bakan birini bul diye avuçlarımı kaşıyorum. bilmem anlatabildim mi?

bu vaziyette çekmeceleri karıştırırken giderek yaklaşan ayak seslerini duymamla ayağa dikilmem bir oldu. bak sen şu gelene.. tanrının yaramazlık yapası var bugün, bak kurbanımı gönderdi bile! üç kulhü bi elham oku da gel kızım, bugünü unutamayacaksın! derkeeen, içeri adımını attı ve daha ben çemkirişli hitabıma başlayamadan şakımaya başladı:


"aaayyy, ne güzel bi gün dii mi? çok severim yazı beeenn! hem zayıflamışım da zaten. tartıldım bugün, tam iki kilo vermişim. dukan diyeti diye bi şey buldum, sürekli protein alıyorsun ve çok hızlı kilo veriyorsun! haarika bi şey!!!"


haydaaa! tanrım dalga mı geçiyorsun? e ben çemkirecektim hani? çok atarlı laflarım vardı hali hazırda?! yok. hepsini yuttum, aval aval suratına bakıyorum. suratı da şirinleşmiş mi ne? mermer misali katı yüz ifadesine handiyse kazınmış o çatık kaşlar nerede, bu sürekli nutella kaşıklarmış gibi gülücükler atan kadın nerede? allahtan telefonu çaldı da iki karış ayrılmış ağzımı toparlamaya vakit buldum o arada. gerçi toparlamasaymışım da olurmuş hani, iki dakika sonra yeniden ayrılacak ağzın nesini toparlıyorsun? şu konuşmaya baksana..


"canım? hiç işte, vakit öldürüyorum bi tanem. hem ben sana küstüm, yarım saatte bir arayacağım demiştin, beş dakika geciktin!"

hönk!


"sen nerdesin? yaa gitmeee.. özlerim ben seni..."


tövbe estağfurullah.. hatun gözlerimin önünde bir memeli türünden öbürüne doğru mutasyon geçiriyor. ağzında şeker varmışçasına kelimeleri ezip büzüşü, mırlaması, giderek guruldaması... bir dakika önce garip bir insan türüyken, hemen akabinde kedigiller familyasına yaptığı transit geçişi ağzım açık izliyorum. yine! yok ben bugün toparlayamayacağım bu ağzı. yalnız bu biraz aynaya bakmak gibi, sinir ediyor insanı. kendi mırlamalarım falan geliyor aklıma, ki mırladığımı da şu an farkediyorum.. demek sevdiceğin kollarında nazlanırken bedenimi terketsem, kendi gözüme şu karşımda handiyse karnının kaşınmasını bekleyen hatun gibi görüneceğim. hay eros'un okları! bildiğin deliymişim lan ben. parapsikolojiyi neden sevmediğim şimdi anlaşıldı. 


herşey bir yana, bütün kadınlar aynı aşık oluyormuş meğer. tavır, tarz, hayata bakış, sosyal konum, eğitim seviyesi falan geç bunları. aşk kanını seyrelttiği zaman aynı psikozun yolcususun demektir, ben bugün bunu anladım.




27 Haziran 2011 Pazartesi

hak yemeyen cin istiyoruz!

sevgili aman be hayat sağolsun, bir mim göndermişti de yazamamıştım meşguliyetten. mim konusu şöyle;

bir lamba cini çıksa karşınıza, "dile benden ne dilersen sahip!" dese, tek bir dilek hakkınız ve düşünmek için de bir saatiniz olsa,


1. ne yapardınız?
2. ne dilerdiniz?
3. dileğinizi seçmek kolay olur mu?


biraz geciktirmiş olmaktan dolayı özürlerimle beraber, lafı fazlaca uzatmadan cevap vereyim istedim. 


ne yapardım? : bir beş dakika kadar katatonik vaziyette kaldıktan sonra allah yarattı demeden şöyle okkalı bir tokat akşederdim bir kere. çok amaçlı bir tepki bence bu, öyle deme. misal, tokadı hiç istifini bozmadan savuşturabilirse gerçek bir cindir, yok savuşturamaz da yerse senin benim gibi bir ben-i ademdir. ki böylesi cıvık şakalardan hiç hazzetmem, akabinde şaka sahibinin suratına tükürmeyi de görev addederim. gerçekten cin olması durumunda ise tokat, iki dileğimi iç etmesi dolayısıyla verilmiş bir haklı tepkidir, kural ihlaline giden cine haddini bildirecek bir nevi kırmızı karttır, dolayısıyla da üşengeç bünyesine görev bilinci aşılayacaktır. asabi bi insanım ben. işini layıkıyla yerine getirmeyenleri gördükçe az biraz saldırganlaşıyorum, elimde değil.


ne dilerdiniz? : bence bu kısmın değişmesi gerek. "alaaddin lambayı ovalar ve aman allahım o da ne?! lambanın cini yüzyıllar boyunca süren uykusundan uyandığı için bir yandan gerinip esnemekte, öte yandan elindeki dilek listesini sallayarak şöyle seslenmektedir: dile bu listeden ne dilersen sahip.." gibi. evet, böyle iyi; zira öbür türlüsü biraz zalimane. ben ne istediğimi hiç bilemedim ki bir kere. ne istemediğimi bildim en fazla, ya da ne olmak istemediğimi. bu kadar. bu hastalığın tıp dilindeki fiyakalı ismi nedir bilemiyorum ama, pratik hayata yansıması el yordamıyla yolunu bulmak oluyor ki, hiç de keyifli bir özellik değil. üstüne üstlük bi de evhamlı biriyim ben. düşünsene, para pul falan istesen öbür tarafta "şu gördüğün kulun mala mülke çok düşkündü allahım, ben şahidim!" diye ileri geri konuşma ihtimali olan biri bi kere bu. brad pitt'i istesen ha keza, adını yangın ayşe'ye çıkarır da direkt cehenneme postalarlar seni. olmaz yani..

en iyisi, bir saatim dolana kadar ne istemediğimi sıralamak ve gerisini cine bırakmak. ne uğraşacağım seçmekle? biraz da o cebelleşsin, cin değil mi? hem ben istemedim de vallahi kendi zorla verdi, gibi olur. çok iyi olur, çok da güzel, hoş olur.


dileğinizi seçmek kolay olur mu? : şimdiye kadar anlaşılmıştır sanırım ama yine de söyleyeyim, olmaz. seçemem, seçmek de istemem.

bu mim hakkında bir hayli yazıldı sanırım, kimseye paslamıyorum o yüzden. affola...




22 Haziran 2011 Çarşamba

ben böyle katarsis görmedim



nerede kalmıştım? evet evet, recebimin hepimizi kucağına oturttuğu balkon konuşmasını izliyordum en son. aslına bakarsan hala da orada, "bu egonun kütlesi var; o balkon yıkılır, taşımaz hacı." dediğim yerdeyim.


du bakalım nasıldı?


her iki kişiden birininin oyundan mürekkep kalabalık maç sonrası holiganları gibi avaz avaz bağırmaktadır:


"kıskaaanaaaanlaar çatlasın!"


derken recebimin tevazuyla şişen sesi devreye girer ve der ki:


"yok çatlamasın, biz onları da seveceğiz! onları da aramıza alacağız! akepe olarak çok farklı heyecanlar yaşıyoruz! herkesi kucaklıyoruz! öpüyoruz!"


lan lan??!


"bugün istanbul kadar saraybosna, izmir kadar beyrut, diyarbakır kadar ramallah, gazze kadar zimbabwe, trinidad tobago kazanmıştır! sultalar yıkılmış, çeteler dağıtılmış, zalimlerden öc alınmış, mağdurlara umut dağıtılmış... ortadoğu, balkan cumhuriyetleri, kahire, arap elleri, diyar-ı rum..." falan derken baktım çok pis gaza geliyorum,  ben de balkona çıkıp "i lav jastin bibır!" diye bağırmışım.


ama işte bu kadar. orada kayış kopmuş bende, gerisini hatırlamıyorum. akabinde gelsin fantastik romanlar, gitsin polisiyeler.. kafamı boşaltmak istediğim zaman polisiyelere sararım ben, söylemiş miydim? bir de en sevdiğim ikilinin yeni aldığım bir fantastik serisi vardı, baktım onu da aradan çıkartıvermişim haşmetlimiz sağolsun. böyle büyücüler, cesetler, travma mucidi seri katiller falan derken mabadım uyuşmuş halde silkindim en son. gerçi silkinmeseymişim iyiymiş, kitaplar daha gerçekçi sanki. hayatsa bayat şaka kıvamında kalmış gittim gideli. misal bir helalleşme furyasıdır, almış gidiyor. dün metin lokumcu'nun cesedini çiğneyip geçen başbakan bugün uzlaşmacının allahı kesilmiş, yakaladığını öpüyor, kucaklıyor. kapıma dayanıp "öpüjem uleyn!" diye nara atacağından korkmaktayım son tahlilde. neden olmasın? %50'dir, iki kişiden biridir, yarın birgün iki buçuktan üç olacaktır.. velhasıl-ı kelam, ne yapsa yeridir. ben önümüzdeki dört yıl için icra edeceğim kucak dansına yeni ve de seksi figürler katmaya gidiyorum, sen de başının çaresine bak okuyucu...


ya bu arada..

who the fuck is justin bieber, man?!!




7 Haziran 2011 Salı

yalan, gerçeğin yaşlılığı mıdır yoksa?

sevgili ayl-in yalan hakkında ne düşündüğümü sormuş. fazla geciktirmeden ve bir teşekkürü de eksik etmeden cevaplayayım istedim.


hiç yalan söylemem, diyecek değilim; söylerim. pembesi, beyazı şöyle dursun, katran karası olanından da söylemişliğim var mesela. eski bir sevgilime onu çok sevdiğimi söylemiştim bir keresinde. yalan! aşkın zerresi yoktu içimde. ama söyledim. neden, bilmiyorum. o ara fazla içiyor, fazla saklanıyordum. sorularsa hep uğraşamayacağım kadar yorucu gelir bana. öyle sorunca birden, seviyorum demek tahammül fakiri zihnime kolay geldi. garip olansa, onun da yalan olduğunu bilmesiydi sanırım..


bir de bu kısmı var işin, değil mi? yalanı gerçeğe tercih etmek. ince, kırmızı bir hat.


o herzeyi de yedim üstelik. "yalan, insanın onayladığı ve içgüsel olarak gerçeğe kabul ettiği tek sanat biçimidir" demiş ya jean cocteau, öyle işte... gerçeği kabullenmektense, yalanın aldatıcı sıcaklığıyla sevişmek kolaydı. saçını okşardı yalan senin, elleri nasırlı da olsa. tepende akbabalar gibi dönenen migren ataklarını senden uzak tutardı. ağlayınca migrenim tutar çünkü benim, uykularıma aman vermez bir türlü. bir de işin ucunda kalp ağrısı var ki, fena. insanın varoluşu içgüdüseldir ya eni konu, içgüdülerin her daim "hayatta kal!" diye fısıldar sana. benimkilerse bağırıyordu. koydum beni mutlu eden yalanı bavuluma, şehirler arası yolculuklara çıktım. iyiydim, gülüyordum ve fakat nedense hala çok içiyordum. sonra sonra varlığını unutuşa terk ettiğim gerçek düştü aklıma. çok ağladım yalanımdan ayrılırken ben. gözyaşlarımı daha önce kırdığım kalbin diyetine saydım.


hayatın insanı olgunlaştırmak için kullandığı tuhaf yöntemleri var. böyle öğreniyoruz, öğreniyorsun, öğrendim. yalan söylemek zor okuyucu. uçarı renklerdeki ufak tefek yalanlar değil kastım, kalp kırma maharetine sahip olanlardan bahsediyorum. gerçeğin doğasındaki yalınlığın aksine, bu tür yalanların kompleks ve de kusursuz bir mantığı var. ve gariptir, yalan olarak kalabilmesi açısından aynı derecede karmaşık yapıya sahip yeni yeni yalanlarla beslenmeye ihtiyaç duyuyorlar. kendini bile kandırıyor olsan, ipin ucunu kaçırdığın yerde gözünün önüne serilen nahoş manzaraya bakakalıyorsun. ertelediğin gerçeklerin suratına attığı tokatlardır ki onlar, canını faiziyle yakmaktan asla imtina etmiyorlar.


ama bu kadar değil, hayatın işleyişi içinde yalanın zaruretinden de bahsetmek lazım galiba. başucu yazarlarımdan cem aktaş der ki,


''yalan söyleme hakkı'nı savunmak isterim, insanın karmaşıklığı bunu gerektirir sanıyorum. herkesin her zaman doğruyu söylediği bir dünya son tahlilde sıkıcı olurdu ve şu halimizle değer verdiğimiz, önemli bulduğumuz pek çok uğraş olmazdı."


hepimiz yalancıyız millet, o kadar da büyük bir mesele değil. annemize yalan söyleriz, sevgilimize yalan söyleriz, ne yaptığımızla ilgili yalan söyleriz, hislerimizle ilgili yalan söyleriz, nerede olduğumuzla ilgili yalan söyleriz... oysa her birimize özenle kötülenmemiş miydi yalan?! tuhaf. ama evet, köklerinden biri yalanla, diğeri gerçekle besleniyor ve ortaya çıkan garip sentez sayesinde ilerliyor hayat dediğin. fakat bu kısım, yalanın tüm insanlığı ilgilendiren yüzüne tekabül ediyor ki, bırakalım bununla da sosyo-psikoloji baş etsin.


hem nasıldı o elleri öpülesi yazarın döktürdüğü duvar yazısı:


"etimin içine eden, bir kitap gibi son sayfasına kadar devam etmek zorunda kaldığım, karamazov kılıklı dünya, lastiğin patlasa da durmazsın; çünkü yalanla da döner dünya."


mimlediklerim;


vladimir,
@ysun,
D.
maskeli allâme


(mim yazmayı sevmeyenler üzerlerine alınmayabilirler)



|

6 Haziran 2011 Pazartesi

hay bin badem bıyık!



hobaaa! allah eninde sonunda belamı verecek biliyorum. ama güne bununla başlayın lan. sonra gider tövbe estağfur felan çekersiniz. valla bak, çok eğlenceli!!! 

  "nası gençler kopuyor muyuz??! hell yeahhh!!!"




|

3 Haziran 2011 Cuma

nükleersiz türkiye istiyoruz!





|

eyLenin gençler eyLenin, bu dünyada tekerLenin...

"gelsene dedi bana
       kalsana dedi bana
               gülsene dedi bana
                      ölsene dedi bana

geldim
        kaldım
               güldüm
                        öldüm"


nazım hikmet / öl dedin , öldüm.


...........


ölüme biçtiğin tasvir bu son şiir işte. bu kadar basit, bu kadar sade, bu kadar dahiyane!


şimdi ne söylüyorsam, karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana.  boyuma posuma bakmadan, bi de utanıp arlanmadan dizelerini alıyorum ağzıma. sana sesleniyorum, duyuyor musun nazım, sana..


"a dostum, a kardeşim, a yoldaşım a!...  elveda..!!.."




|

1 Haziran 2011 Çarşamba

kıskanma ne olur, delir senin de olur!

bu mim'i pek sevgili, pek bi şirin mia pasladı sağolsun. konuya artık herkes aşikar:  "ben küçükken... sanardım." şimdi düşünüyorum da, ben küçükken pek çok şeyi başka pek çok şey sanardım. kafasının içi hayli bulanık bir çocuktum yani. bi de karışık saçlı, kara kuru, çirkin bi şeydim ki, allah kimseye vermesin mümkünse. öyle çok soru falan da sormazdım. her muammaya saçma da olsa sunduğum bir çözüm vardı mutlaka. dedim ya, salaktım biraz...

sözü fazlaca uzatmadan freud dede'ye helalinden bir fatiha sarkıtıp, konu salağı mefisto'nun çocukluğuna insek yeridir bence...


- küçükken sahip olduğum kısıtlı mantığa tanrı fikrini bir türlü kabul ettirememiştim ben. ve sonunda garip, çok tanrılı anlayış geliştirdim. bu fikre göre, en tepede iki tanrı vardır:  ilki toprak ana'dır ve adı gereği yerin altında yaşar. hem şu karıncalar neden çok öyle?! olsa olsa toprak ana'nın aşçılarıdır onlar ve yaz boyunca topladıkları yiyecekleri geri kalan mevsimlerde ona servis etmektedirler. yoksa onca kırıntıyı ne yapsınlar?!


allah baba ise, neden bilinmez, karısından uzaklarda, çoook yukarılarda yaşar. yalnızdır bu yüzden. mefisto ona acır ve geceleri yatağında teselli babında onunla konuşur: "merhaba, allahım. yine ben. bugün 23 nisan'dı, ben de kürsüde istiklal marşını okudum. hem de on kıtasını birden! hem de ezbere! herkes çok beğendi! müdür bile öptü beni ama bi daha öpmesini istemem, bıyığı batıyor. kocaman bıyıkları var, böyle fırça gibi. bi de annem sorarsa dondurma yememişim ben, olur mu? kızar. yaz daha gelmedi çünkü. peki sen ne yaptın bugün, sıkıldın mı ben gelene kadar? allah baba? orda mısın??? bi daha da seninle konuşursam, görürsün bak!" ve tanrıya ciddi ciddi küsen mefisto gözlerini yumup uyuyor taklidi yapmaya başlar...


- annesinden eve mutfak robotu alınacağını öğrenen mefisto'yu günler öncesinden koyu bir heyecan basar. iç çekip birlikte oyun oynayabileceği, birlikte sokağa çıkıp diğer çocukları hırsından çatlatabileceği günlerin özlemiyle tutuşur. en sonunda beklediği gün gelir, koşa koşa mutfağa girer ve hayal kırıklığı dolu bir çığlık evde yankılanır: 
       
  "hani? hani robot? hani?"
  "işte kızım, tezgahın üzerinde."
  "ya yok yanlış almışsın ya. bu robot dill ki. bacakları bile yok bunun.. elleri bile yok.. yanlış bu ya.. geri ver bunu! ühüüü..."


- memur bir ailenin evladı olan mefisto, yaşadıkları yarı göçebe hayattan mütevellit çok şehir görmüştür. çok ova, çok nehir, daha da çok ağaç... hepsi de kendi memleketindekilere benzer ama dağlar öyle mi ya? onlar kendine hastır. biri öbürüne asla benzemez, asla. iyi de niye? belki de ölen dinazorların cesedidir bunlar, olamaz mı? onca yıl öyle kalınca taşlaşmıştır belki hem? evet, öyle olmalı. hı hı..


- şu marş meselesi var bi de: "çııııktı kaaaçık kadınlaaar, oooonn yııılda heeerr savaştaaannn!" ya alla allaa.. böyle marş mı olur? şimdi niye kadınlara kaçık demişler ki? ayıp bi kere böyle laflar! düşündüm düşündüm ve sonunda geceleri sırtında mermi taşıyan kadınların gerçekten de biraz kaçık olması gerektiğine karar verdim. "dört bir yanda cirit atan düşmanları görünce herkes az biraz kafayı yer bence zaten, kesin!"


- okulda tek ve çift sayıları öğrenmiştik o gün. garip gelmişti. sonra sonra karar verdim ki, öğretmen dersi eksik anlatmıştı.. bi kere "1-3-5-7-9" erkek, "2-4-6-8" de kızdı. "2" kızların en güzeli, "5" de erkeklerin en yakışıklısıydı! öğretmen olacak bir de.. bunu nasıl bilmez ki, hayret bişii!


- "bak şimdi, biz evcilik oynuyomuşuz, tamam mı? burası da bizim evimizmiş. eve gel şimdi, eve gel. hıh, tamaaam. işten gelmişsin sen, meraba karıcıım dicekmişsin."
   "meraba karıcııım. muck!"
   "ama.. ama.. niye öptün ya?!!"
   "kocalar karılarını öper ki, akıllım!"
   "ya yok istemiyom ben ya! hamile kalırım sonra.. geri al öpücüünü, geri al! ühüüü!"


- ne yani, yıldız denen şeyin hem suda hem de gökte olması mantıklı mı sizce? bence değil, küçükken de değildi zaten. bir şey ya yerdedir ya da gökte. bu mühim sorun küçük mefisto'nun gariban aklını kurcalar da kurcalar. ve sonunda inkar edilemez kesinlikte bir cevap bulur: kayan yıldızlar denize düşmekte, suya değer değmez de deniz yıldızına dönüşmektedirler. işte bu! evreka!!!


- holivud filmleri de saçmaydı bana göre. mesela uzaylılar genelde bize benzeyen, hep aynı ortalama tiplerdi. kendi kendime "ama beni asla kandıramazlar, tamam mı?! marslıların kafası yok ki bi kere.. amma da atıyorlar ha!" derdim izledikten sonra. nasıl psikopat bir hayal gücüyse artık..


hay allahım! şunları hatırladım ya, artık benden neden bi halt olamayacağını da öğrenmiş bulunmaktayım. gelecek adına kurduğum tüm hayallerimi hiç acımadan sildim, asla ama asla çocuk doğurmamaya yemin ettim. risk almaya değmez bi kere.. gendir çeker, belli mi olur?!

(bu mim'i artık yazmayan kalmadı sanırım. o yüzden kimseye paslamamaya karar verdim, affola.)





|

24 Mayıs 2011 Salı

itiraflarım

- tuhaf bir gün geçirdim. çok iyi uyandım mesela, sevdiceğin kollarında nazlandım bir vakit. ne olduysa evden çıktıktan sonra oldu. sebepsiz bir asabiyet, giderek moralsizlik ve baş ağrısı.. geceyi migrenle sonlandıracağım sanırım.


- saçlarımı maviye boyattığımdan beri "ne o, boya küpüne mi düştün? eki eki.." şeklinde konuşan espri özürlü kımıl zararlılarının ağzına sıçmak istiyorum. net. sırıtan suratına bakıp bakıp "şimdi şu yayvan ağızdan ne güzel klozet olur!" diye düşünürken buluyorum kendimi.


- kitaplarımın kenarı köşesi kırışmaya görsün; gidip yenisiyle değiştiriyor ve sonra "hiç okumadığım kitap benim değildir" obsesyonuyla üşenmeden yeniden okuyorum.


- hapşırdıktan sonra kendi kendine "çok yaşa!" diyen ucubelerdenim ben.


- hayatımda etek giydiğim gün sayısı okula gittiğim gün sayısıyla eşit. bi ara gün aşırı makyaj yapanlara özenip far, allık, ruj falan aldım; en fazla bir ay dayanabildim. topuklu ayakkabınınsa işkenceden tek farkı mazoşist bakış açısıdır bana göre. maskülen miyim neyim?


- kabul ediyorum, sinirli bi insanım. hem öyle böyle değil; gözüm döndüğü vakit kafamdaki huniyi ciddi ciddi hissediyorum, o derece.


- "hanımların dikkatine. overlok makinesi ayağınıza geldi. halı, kilim, paspas kenarına, halıfleks kenarına overlok çekilir. 5 dakikada yapılır, hemen teslim edilir!" şu şehre taşındığımdan beri lanet olası overlok timinden bir türlü kurtulamadım. en alakasız mahallelerde, en alakasız vakitlerde karşıma çıkıyor edepsizler. and olsun, cinnet geçirdiğimde ilk iş bunlardan başlayacağım öldürmeye..


- içime fırat kaçtı. küfredip küfredip "töbe allaam, aklıma kaçmış" derken buluyorum kendimi...


- küçükken yıldırım çaktığında gök kubbede yaşayan titanların kocaman kayaları kaldırıp kaldırıp yeryüzüne fırlattığını zanneder, aklımca onlardan özür dilerdim ben. şimdi düşününce, tüm insanlığın yükünü sırtlamışım bit kadar halimle. yazık bana.


- bir yıldıza aşık olsam adı "sirius" olurdu. ne şık, değil mi? halbuki bildiğin köpek yıldızı..


- büyünün ve büyücülerin hala var olduğuna inanmaktan alamıyorum kendimi. dünya şu haliyle çok sıkıcı anlayacağın.


- yalnızlıktan dem vuran insanlardan vurgulu bir şekilde nefret ediyorum. yalnızlık o kadar içseldir ki, mahrem sayılır, lafı edilmez bana göre. cinsime tüküreyim...


- tam en sevdiği diziye dalmışken insanın gözü bir anlığına duvara, kapıya falan kayıyor ya, hayattan soğuyorum yemin ederim. seni hayal dünyasından çekip alan uzun tırnaklı, vahşi, yapış yapış bir el gibi o his. anlatamadım galiba ama öyle işte.


- herkesten önce ben öleyim istiyorum. ölüme tanık olmanın kahrediciliği, kendi ölümümden daha çok koyuyor bana.


- bazen çok fazla düşünüyorum ve bu bir marifet değil. hiç düşünemeyeceğim kadar boş bir anda sıkışıp kalmak en büyük dileğim. orada yaşlanır, orada ölürüm. ohh, mis.


- çocuğuna savaş, emir, cenk, cihat gibi isimleri reva gören ebeveynlerden tiksiniyorum. el insaf! bit kadar çocuk o be, savaş ne, cihat ne?!


- okulun bahçesinde maykıl ceksın'vari danslar yapardım öğrenim hayatımın ilk yıllarında. koca bir topluluk peşime takılıp ne halt ettiğimi anlamaya çalışırdı. şimdi öldürsen yapamam o figürleri, ona şaşıyorum.


- sorunlarım var, evet.




|

18 Mayıs 2011 Çarşamba

işi olmayan çavuşlar döner kıçını avuçlar

fotoğrafa bakıyorum; ablanın biri yolun ortasına yüzükoyun uzanmış yatıyor.. ölü taklidi yapıyor desem, değil. eylem yapıyor desem, hiç değil. kalk yerine yat evladım, pistir şimdi oralar falan diyesi geliyor insanın. 

- ne yapmış ki şimdi bu?
- planking.
- o ne be?
- yani böyle ellerini, ayaklarını felan bitiştirip yüzükoyun yatıyorsun..
- eee?
- eee'si.. sonra fotoğraf çektirip feysbuk'tan paylaşıyorsun. ne biliim..
- bak sen şu işe. yeni nesil full animasyon! iyi de niye? 
- öyle işte.

öyle işte??? hiç tatmin olmadım ki ben. iki lafla tatmin ancak siyasette olur deyip araştırdım bi de üstelik, avustralya menşeli abuk bir çılgınlık çıktı. bak şimdi avustralya dedin mi, orada durup nefeslenecek, ırkçılığa varan sözler sarfedip koca bir milleti iki satırda harcamamak için tövbe estağfur çekeceksin. benim hayattan öğrendiğim bir şey varsa, o da avustralya denen mecradan şu dünyaya aklı başında bir fikir akmayacağıdır birader. zira pub'ı ziyadesiyle bol memlekette biralara ne karıştırıyorlarsa artık, böyle bir aklını kaybetmişlik hasıl olmuş insanlarında.


bak mesela geçtiğimiz yıllarda ugg bot denen bir rezalet vardı, milyonlarca kuzu boğazlandı sayelerinde. hem de anneannemin patiklerinden öteye geçememiş botlar trend aşığı ikoncanların kırılası ayaklarında arz-ı endam etsin diye!

şimdi de bu beşeriyetin en olmadık yerlerine kendini yüzükoyun bırakma şeysi ki, tanımlara sığmıyor, taşıyor bildiğin. ne desek ki buna? 

minimum enerjiyle maksimum mallık seviyesine ulaştıran eblehlik hali? 
arayış içindeki modern insanın yaşadığı boşluk hissiyatı? 
bi nevi salaklık ayracı?


şaşkın ve hüzünlüyüm okuyucu. şaşkınım; çünkü nedenini ve nasılını anlamadığım bir salgın insanlığa tebelleş olmuş durumda. üzgünüm; çünkü onca gri hücreyi haşat etmeme rağmen hiçbir mana yükleyemediğim eylem sayesinde iq seviyemin yetersizliğini ilk elden öğrendim, iyi halt ettim.

her şey bir tarafa, içi boş ve anlamsız bu hede'yi anarşizmle bağdaştıranlar bile var ki, işte bu bardağı taşıran damladır bana göre. içimde yuvalanmış iblis kükrüyor o vakit, al eline çivili sopayı diyor, planklayan yerlerine yerlerine...

unutmadan, bi de şu foto var... 


görünce elimden ayağımdan kan çekildi bildiğin. akp ajanı mısın kurban olduğum? al bu fotoyu mahkemede kullan, filtrelemek şöyle dursun, hakim interneti ilelebet kapatmazsa gider sultanahmet'te planklarım yemin olsun!


anarşizmmiş! topunuzu bakunin çarpsın, kropotkin'in laneti üzerinize olsun bre!!!




|

16 Mayıs 2011 Pazartesi

bir tümörüm olsa adını recep akdağ koyardım

haddini bilmezliğin son kertesini yaşayan akp güruhunun evlat olsa sevilmeyecek bakanlarından recep akdağ batman'da devlet hastanesini gezerken, çalışma koşullarından şikayetçi görme engelli bir işçiye cevaben,  "gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz; daha ne yapalım?" diyerek bakanlığı süresince yaptığı hizmetlere atıfta bulundu. tam da seçim arefesinde yapılan bu gönderme "uvvv, bakan yine kapağı gösterdi!" yorumlarına yol açtı..


işte, "badembıyıkgiller"den recep akdağ'ın diğer kapakları:


- tam gün yasası ve performansa dayalı ücret uygulaması"nı protesto amacıyla iş bırakan sağlık personeline hitaben..


"sıkıntıya uğratacak bir faaliyet içinde olamazlar, en fazla küçük, marjinal bir grup!"



- sağlıkta özelleştirmeleri protesto etmek amacıyla ellerinde "doktor che'nin izindeyiz" yazılı pankartlarla yürüyen sağlık personeline hitaben..


"biz che'nin izinde değiliz, sosyalist anlayış da dünya çöplüklerindeki yerini çoktan almış, herkesi fukaralıkta birleştiren bir ütopyadır!"




- kepez'deki bir tören sırasında hastane bahçesindeki vatandaşlardan birinin "ben şeker hastasıyım. doktor diyet listesi verdi. listedeki eti nasıl alacağım?" sorusu üzerine..


"diyetin amacı az yemektir, az ye!"




- samsun'da açlıktan ölen 2.5 yaşındaki kübra bebeğin muhalefet tarafından dile getirilmesine sinirlenerek..


"insanın midesi her zaman dolu olacak diye bir şey yok! muhalefet kübra bebeği istismar etmesin!"




- kırım kongo kanamalı hastalığı ile ilgili vatandaşı uyarırken..


"alınabilecek en önemli tedbir, örtünmektir! bacağınızı, kolunuzu örtün!"




- karadeniz bölgesi kanser risk toplantısı çıkışında yaptığı bir açıklamada..


"çernobil felaketi kansere neden olmamıştır!"



- obeziteye karşı açtığı savaşta..

""obezlere şişko demek lazım. böylece kabullenirler!""



- bursa'da hastanede çıkan yangın sonrası nakil olurken hayatını kaybeden 8 hasta için..

"zaten iki tanesinin beyin ölümü gerçekleşmişti, ölmeleri bekleniyordu!"




|

8 Mayıs 2011 Pazar

anneler günü özel seçkisi

sahne 1: anne, baba, mefisto oturmuş televizyon izlemektedirler...

mefisto: öff ya adama bak, çok seksi!
anne: pu sana! kime çektin bilmem ki, terbiyesiz!
mefisto: e ama ööle.. göz var izan var. baba ya seksi diil mi şimdi bu adam? 
baba: bak kızım bak, helal olsun! söyle hangisini beğendin, gidip istiicem kızıma ben.
anne: (babaya hitaben) sana da pu! ama hata bende tabii, neyle evlendin ki kızı ne olsun? puuu ikinize de!
mefisto: kızma sultanım, ehehe..

***

sahne 2: mefisto giyinmiş, fikir almak için anneye danışmaya karar vermiştir...

mefisto: anne ya nası oldu bu bööle?
anne: iyi olmuş da..
mefisto: ne?! bak olmamışsa çıkarcam söyle bi..
anne: o diil de, kilo mu almışsın sanki?
mefisto: nası yani ya?! ya herkesler kızını över, sen de bööle..
anne: yok yani iyi bi şey diye söyledim ben. zaten bi şey yediğin yok, iyi olmuş böyle yüzün toparlanmış. güzel güzel..
mefisto: ühüüü! 

***

sahne 3: anne memleketten kızının yanına gelmiştir. her zamanki gibi ev dağınıktır..

anne: aah aaahhh! ben de kız doğurdum diye seviniyorum bi de..
mefisto: alla allaaa.. kız değil miyim işte ben?
anne: kıçını toplayamayan kız mı olurmuş? elalem görse, "bunu doğuracağına bi top kumaş doğursaydın, don falan diker ailecek giyerdiniz hiç olmazsa" diye güler bana!
mefisto: üff anne ya tamam topluyorum ya..
anne: üf denmez anneye! ya diye hiç denmez! elalem görse "hanım hanım, ne biçim kız doğurmuşsun, bunun dili boyundan büyük!" demez mi? der!
mefisto: %#@?!

***

sahne 4:  mefisto hal hatır sormak için annesini arar...

mefisto: naber anne?
anne: sen beni niye aramadın bakiim dün?
mefisto: ya aradım. sen banyodaymışsın, babam çıktı telefona. onunla konuştuk.
anne: baban ayrı ben ayrı! bundan sonra her gün benimle de konuşulacak! baban mı doğurdu seni?!
mefisto: hönk!!!

***

sahne 5: başka bir gün, yine telefonda... 

anne: ceylanıım?? kara gözlüm benim?
mefisto: naber kız?
anne: annelik böyle işte. sen o kadar iltifat eder, sevgi sözcükleri söylersin; o da tutar sana "naber kız?" der! aahh ahhhh...
mefisto: ya anne ben şaka olsun diye şeyettim, valla bak..
anne: sus! annen değilim ben senin! başka bir kız doğurucam, onu sevicem!
mefisto: ya ama ben ne olucam yaa???
anne: seni de cami önüne bırakırım!

***


sahne 6: bir haftalığına ailenin yanına gidilmiş, bırakacak kimse olmadığından kedi de götürülmüştür. anne sabah uyandırmaya odaya gelir, mefisto'nun başında bekleyen kedi de hırlayarak tırnak göstermekte beis görmez...


kedi: hırrrrr! mııırrrrr!
anne: aa ne oluyor be? kendi doğurduğumuzu sevemeyecek miyiz artık?!
kedi: (ısrarla ve hiddetle) hhhhııııırrrrrr!!!
anne: hadi oradan! ben doğurdum onu tamam mı? canım çıktı içimden çıkarana kadar. hırr'mış! edepsiz hayvan seni!
mefisto: (uyanır ve dumura uğrar) anne? kediyle mi kavga ediyosun sen ya?
anne: hiç terbiye verememişsin sen bu hayvana. ne büyük biliyor ne bi şey! çocuğun da böyle olacak senin!
mefisto: puhahaha!

***

sahne 7: anneler günüdür, mefisto annesini arar...

mefisto: anneler günün kutlu olsun sultanım..
anne: teşekkür ederim canım benim. allah eksik etmesin seni hayatımdan..
mefisto: seni de eksik etmesin, sen hiç gitme!
anne: belli mi olur? bir gün elbet gideceğim.. sırayla olsun da güzel kızım.
mefisto: (hüzne gark olmuş, gözleri dolmuştur) ya anne valla ardından gelirim bak yeminle. deme öyle şeyler ya. fırk!
anne: tamam tamam. yemek yedin mi sen bakiimm?
mefisto: höö?!!




|