27 Haziran 2011 Pazartesi

hak yemeyen cin istiyoruz!

sevgili aman be hayat sağolsun, bir mim göndermişti de yazamamıştım meşguliyetten. mim konusu şöyle;

bir lamba cini çıksa karşınıza, "dile benden ne dilersen sahip!" dese, tek bir dilek hakkınız ve düşünmek için de bir saatiniz olsa,


1. ne yapardınız?
2. ne dilerdiniz?
3. dileğinizi seçmek kolay olur mu?


biraz geciktirmiş olmaktan dolayı özürlerimle beraber, lafı fazlaca uzatmadan cevap vereyim istedim. 


ne yapardım? : bir beş dakika kadar katatonik vaziyette kaldıktan sonra allah yarattı demeden şöyle okkalı bir tokat akşederdim bir kere. çok amaçlı bir tepki bence bu, öyle deme. misal, tokadı hiç istifini bozmadan savuşturabilirse gerçek bir cindir, yok savuşturamaz da yerse senin benim gibi bir ben-i ademdir. ki böylesi cıvık şakalardan hiç hazzetmem, akabinde şaka sahibinin suratına tükürmeyi de görev addederim. gerçekten cin olması durumunda ise tokat, iki dileğimi iç etmesi dolayısıyla verilmiş bir haklı tepkidir, kural ihlaline giden cine haddini bildirecek bir nevi kırmızı karttır, dolayısıyla da üşengeç bünyesine görev bilinci aşılayacaktır. asabi bi insanım ben. işini layıkıyla yerine getirmeyenleri gördükçe az biraz saldırganlaşıyorum, elimde değil.


ne dilerdiniz? : bence bu kısmın değişmesi gerek. "alaaddin lambayı ovalar ve aman allahım o da ne?! lambanın cini yüzyıllar boyunca süren uykusundan uyandığı için bir yandan gerinip esnemekte, öte yandan elindeki dilek listesini sallayarak şöyle seslenmektedir: dile bu listeden ne dilersen sahip.." gibi. evet, böyle iyi; zira öbür türlüsü biraz zalimane. ben ne istediğimi hiç bilemedim ki bir kere. ne istemediğimi bildim en fazla, ya da ne olmak istemediğimi. bu kadar. bu hastalığın tıp dilindeki fiyakalı ismi nedir bilemiyorum ama, pratik hayata yansıması el yordamıyla yolunu bulmak oluyor ki, hiç de keyifli bir özellik değil. üstüne üstlük bi de evhamlı biriyim ben. düşünsene, para pul falan istesen öbür tarafta "şu gördüğün kulun mala mülke çok düşkündü allahım, ben şahidim!" diye ileri geri konuşma ihtimali olan biri bi kere bu. brad pitt'i istesen ha keza, adını yangın ayşe'ye çıkarır da direkt cehenneme postalarlar seni. olmaz yani..

en iyisi, bir saatim dolana kadar ne istemediğimi sıralamak ve gerisini cine bırakmak. ne uğraşacağım seçmekle? biraz da o cebelleşsin, cin değil mi? hem ben istemedim de vallahi kendi zorla verdi, gibi olur. çok iyi olur, çok da güzel, hoş olur.


dileğinizi seçmek kolay olur mu? : şimdiye kadar anlaşılmıştır sanırım ama yine de söyleyeyim, olmaz. seçemem, seçmek de istemem.

bu mim hakkında bir hayli yazıldı sanırım, kimseye paslamıyorum o yüzden. affola...




22 Haziran 2011 Çarşamba

ben böyle katarsis görmedim



nerede kalmıştım? evet evet, recebimin hepimizi kucağına oturttuğu balkon konuşmasını izliyordum en son. aslına bakarsan hala da orada, "bu egonun kütlesi var; o balkon yıkılır, taşımaz hacı." dediğim yerdeyim.


du bakalım nasıldı?


her iki kişiden birininin oyundan mürekkep kalabalık maç sonrası holiganları gibi avaz avaz bağırmaktadır:


"kıskaaanaaaanlaar çatlasın!"


derken recebimin tevazuyla şişen sesi devreye girer ve der ki:


"yok çatlamasın, biz onları da seveceğiz! onları da aramıza alacağız! akepe olarak çok farklı heyecanlar yaşıyoruz! herkesi kucaklıyoruz! öpüyoruz!"


lan lan??!


"bugün istanbul kadar saraybosna, izmir kadar beyrut, diyarbakır kadar ramallah, gazze kadar zimbabwe, trinidad tobago kazanmıştır! sultalar yıkılmış, çeteler dağıtılmış, zalimlerden öc alınmış, mağdurlara umut dağıtılmış... ortadoğu, balkan cumhuriyetleri, kahire, arap elleri, diyar-ı rum..." falan derken baktım çok pis gaza geliyorum,  ben de balkona çıkıp "i lav jastin bibır!" diye bağırmışım.


ama işte bu kadar. orada kayış kopmuş bende, gerisini hatırlamıyorum. akabinde gelsin fantastik romanlar, gitsin polisiyeler.. kafamı boşaltmak istediğim zaman polisiyelere sararım ben, söylemiş miydim? bir de en sevdiğim ikilinin yeni aldığım bir fantastik serisi vardı, baktım onu da aradan çıkartıvermişim haşmetlimiz sağolsun. böyle büyücüler, cesetler, travma mucidi seri katiller falan derken mabadım uyuşmuş halde silkindim en son. gerçi silkinmeseymişim iyiymiş, kitaplar daha gerçekçi sanki. hayatsa bayat şaka kıvamında kalmış gittim gideli. misal bir helalleşme furyasıdır, almış gidiyor. dün metin lokumcu'nun cesedini çiğneyip geçen başbakan bugün uzlaşmacının allahı kesilmiş, yakaladığını öpüyor, kucaklıyor. kapıma dayanıp "öpüjem uleyn!" diye nara atacağından korkmaktayım son tahlilde. neden olmasın? %50'dir, iki kişiden biridir, yarın birgün iki buçuktan üç olacaktır.. velhasıl-ı kelam, ne yapsa yeridir. ben önümüzdeki dört yıl için icra edeceğim kucak dansına yeni ve de seksi figürler katmaya gidiyorum, sen de başının çaresine bak okuyucu...


ya bu arada..

who the fuck is justin bieber, man?!!




7 Haziran 2011 Salı

yalan, gerçeğin yaşlılığı mıdır yoksa?

sevgili ayl-in yalan hakkında ne düşündüğümü sormuş. fazla geciktirmeden ve bir teşekkürü de eksik etmeden cevaplayayım istedim.


hiç yalan söylemem, diyecek değilim; söylerim. pembesi, beyazı şöyle dursun, katran karası olanından da söylemişliğim var mesela. eski bir sevgilime onu çok sevdiğimi söylemiştim bir keresinde. yalan! aşkın zerresi yoktu içimde. ama söyledim. neden, bilmiyorum. o ara fazla içiyor, fazla saklanıyordum. sorularsa hep uğraşamayacağım kadar yorucu gelir bana. öyle sorunca birden, seviyorum demek tahammül fakiri zihnime kolay geldi. garip olansa, onun da yalan olduğunu bilmesiydi sanırım..


bir de bu kısmı var işin, değil mi? yalanı gerçeğe tercih etmek. ince, kırmızı bir hat.


o herzeyi de yedim üstelik. "yalan, insanın onayladığı ve içgüsel olarak gerçeğe kabul ettiği tek sanat biçimidir" demiş ya jean cocteau, öyle işte... gerçeği kabullenmektense, yalanın aldatıcı sıcaklığıyla sevişmek kolaydı. saçını okşardı yalan senin, elleri nasırlı da olsa. tepende akbabalar gibi dönenen migren ataklarını senden uzak tutardı. ağlayınca migrenim tutar çünkü benim, uykularıma aman vermez bir türlü. bir de işin ucunda kalp ağrısı var ki, fena. insanın varoluşu içgüdüseldir ya eni konu, içgüdülerin her daim "hayatta kal!" diye fısıldar sana. benimkilerse bağırıyordu. koydum beni mutlu eden yalanı bavuluma, şehirler arası yolculuklara çıktım. iyiydim, gülüyordum ve fakat nedense hala çok içiyordum. sonra sonra varlığını unutuşa terk ettiğim gerçek düştü aklıma. çok ağladım yalanımdan ayrılırken ben. gözyaşlarımı daha önce kırdığım kalbin diyetine saydım.


hayatın insanı olgunlaştırmak için kullandığı tuhaf yöntemleri var. böyle öğreniyoruz, öğreniyorsun, öğrendim. yalan söylemek zor okuyucu. uçarı renklerdeki ufak tefek yalanlar değil kastım, kalp kırma maharetine sahip olanlardan bahsediyorum. gerçeğin doğasındaki yalınlığın aksine, bu tür yalanların kompleks ve de kusursuz bir mantığı var. ve gariptir, yalan olarak kalabilmesi açısından aynı derecede karmaşık yapıya sahip yeni yeni yalanlarla beslenmeye ihtiyaç duyuyorlar. kendini bile kandırıyor olsan, ipin ucunu kaçırdığın yerde gözünün önüne serilen nahoş manzaraya bakakalıyorsun. ertelediğin gerçeklerin suratına attığı tokatlardır ki onlar, canını faiziyle yakmaktan asla imtina etmiyorlar.


ama bu kadar değil, hayatın işleyişi içinde yalanın zaruretinden de bahsetmek lazım galiba. başucu yazarlarımdan cem aktaş der ki,


''yalan söyleme hakkı'nı savunmak isterim, insanın karmaşıklığı bunu gerektirir sanıyorum. herkesin her zaman doğruyu söylediği bir dünya son tahlilde sıkıcı olurdu ve şu halimizle değer verdiğimiz, önemli bulduğumuz pek çok uğraş olmazdı."


hepimiz yalancıyız millet, o kadar da büyük bir mesele değil. annemize yalan söyleriz, sevgilimize yalan söyleriz, ne yaptığımızla ilgili yalan söyleriz, hislerimizle ilgili yalan söyleriz, nerede olduğumuzla ilgili yalan söyleriz... oysa her birimize özenle kötülenmemiş miydi yalan?! tuhaf. ama evet, köklerinden biri yalanla, diğeri gerçekle besleniyor ve ortaya çıkan garip sentez sayesinde ilerliyor hayat dediğin. fakat bu kısım, yalanın tüm insanlığı ilgilendiren yüzüne tekabül ediyor ki, bırakalım bununla da sosyo-psikoloji baş etsin.


hem nasıldı o elleri öpülesi yazarın döktürdüğü duvar yazısı:


"etimin içine eden, bir kitap gibi son sayfasına kadar devam etmek zorunda kaldığım, karamazov kılıklı dünya, lastiğin patlasa da durmazsın; çünkü yalanla da döner dünya."


mimlediklerim;


vladimir,
@ysun,
D.
maskeli allâme


(mim yazmayı sevmeyenler üzerlerine alınmayabilirler)



|

6 Haziran 2011 Pazartesi

hay bin badem bıyık!



hobaaa! allah eninde sonunda belamı verecek biliyorum. ama güne bununla başlayın lan. sonra gider tövbe estağfur felan çekersiniz. valla bak, çok eğlenceli!!! 

  "nası gençler kopuyor muyuz??! hell yeahhh!!!"




|

3 Haziran 2011 Cuma

nükleersiz türkiye istiyoruz!





|

eyLenin gençler eyLenin, bu dünyada tekerLenin...

"gelsene dedi bana
       kalsana dedi bana
               gülsene dedi bana
                      ölsene dedi bana

geldim
        kaldım
               güldüm
                        öldüm"


nazım hikmet / öl dedin , öldüm.


...........


ölüme biçtiğin tasvir bu son şiir işte. bu kadar basit, bu kadar sade, bu kadar dahiyane!


şimdi ne söylüyorsam, karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana.  boyuma posuma bakmadan, bi de utanıp arlanmadan dizelerini alıyorum ağzıma. sana sesleniyorum, duyuyor musun nazım, sana..


"a dostum, a kardeşim, a yoldaşım a!...  elveda..!!.."




|

1 Haziran 2011 Çarşamba

kıskanma ne olur, delir senin de olur!

bu mim'i pek sevgili, pek bi şirin mia pasladı sağolsun. konuya artık herkes aşikar:  "ben küçükken... sanardım." şimdi düşünüyorum da, ben küçükken pek çok şeyi başka pek çok şey sanardım. kafasının içi hayli bulanık bir çocuktum yani. bi de karışık saçlı, kara kuru, çirkin bi şeydim ki, allah kimseye vermesin mümkünse. öyle çok soru falan da sormazdım. her muammaya saçma da olsa sunduğum bir çözüm vardı mutlaka. dedim ya, salaktım biraz...

sözü fazlaca uzatmadan freud dede'ye helalinden bir fatiha sarkıtıp, konu salağı mefisto'nun çocukluğuna insek yeridir bence...


- küçükken sahip olduğum kısıtlı mantığa tanrı fikrini bir türlü kabul ettirememiştim ben. ve sonunda garip, çok tanrılı anlayış geliştirdim. bu fikre göre, en tepede iki tanrı vardır:  ilki toprak ana'dır ve adı gereği yerin altında yaşar. hem şu karıncalar neden çok öyle?! olsa olsa toprak ana'nın aşçılarıdır onlar ve yaz boyunca topladıkları yiyecekleri geri kalan mevsimlerde ona servis etmektedirler. yoksa onca kırıntıyı ne yapsınlar?!


allah baba ise, neden bilinmez, karısından uzaklarda, çoook yukarılarda yaşar. yalnızdır bu yüzden. mefisto ona acır ve geceleri yatağında teselli babında onunla konuşur: "merhaba, allahım. yine ben. bugün 23 nisan'dı, ben de kürsüde istiklal marşını okudum. hem de on kıtasını birden! hem de ezbere! herkes çok beğendi! müdür bile öptü beni ama bi daha öpmesini istemem, bıyığı batıyor. kocaman bıyıkları var, böyle fırça gibi. bi de annem sorarsa dondurma yememişim ben, olur mu? kızar. yaz daha gelmedi çünkü. peki sen ne yaptın bugün, sıkıldın mı ben gelene kadar? allah baba? orda mısın??? bi daha da seninle konuşursam, görürsün bak!" ve tanrıya ciddi ciddi küsen mefisto gözlerini yumup uyuyor taklidi yapmaya başlar...


- annesinden eve mutfak robotu alınacağını öğrenen mefisto'yu günler öncesinden koyu bir heyecan basar. iç çekip birlikte oyun oynayabileceği, birlikte sokağa çıkıp diğer çocukları hırsından çatlatabileceği günlerin özlemiyle tutuşur. en sonunda beklediği gün gelir, koşa koşa mutfağa girer ve hayal kırıklığı dolu bir çığlık evde yankılanır: 
       
  "hani? hani robot? hani?"
  "işte kızım, tezgahın üzerinde."
  "ya yok yanlış almışsın ya. bu robot dill ki. bacakları bile yok bunun.. elleri bile yok.. yanlış bu ya.. geri ver bunu! ühüüü..."


- memur bir ailenin evladı olan mefisto, yaşadıkları yarı göçebe hayattan mütevellit çok şehir görmüştür. çok ova, çok nehir, daha da çok ağaç... hepsi de kendi memleketindekilere benzer ama dağlar öyle mi ya? onlar kendine hastır. biri öbürüne asla benzemez, asla. iyi de niye? belki de ölen dinazorların cesedidir bunlar, olamaz mı? onca yıl öyle kalınca taşlaşmıştır belki hem? evet, öyle olmalı. hı hı..


- şu marş meselesi var bi de: "çııııktı kaaaçık kadınlaaar, oooonn yııılda heeerr savaştaaannn!" ya alla allaa.. böyle marş mı olur? şimdi niye kadınlara kaçık demişler ki? ayıp bi kere böyle laflar! düşündüm düşündüm ve sonunda geceleri sırtında mermi taşıyan kadınların gerçekten de biraz kaçık olması gerektiğine karar verdim. "dört bir yanda cirit atan düşmanları görünce herkes az biraz kafayı yer bence zaten, kesin!"


- okulda tek ve çift sayıları öğrenmiştik o gün. garip gelmişti. sonra sonra karar verdim ki, öğretmen dersi eksik anlatmıştı.. bi kere "1-3-5-7-9" erkek, "2-4-6-8" de kızdı. "2" kızların en güzeli, "5" de erkeklerin en yakışıklısıydı! öğretmen olacak bir de.. bunu nasıl bilmez ki, hayret bişii!


- "bak şimdi, biz evcilik oynuyomuşuz, tamam mı? burası da bizim evimizmiş. eve gel şimdi, eve gel. hıh, tamaaam. işten gelmişsin sen, meraba karıcıım dicekmişsin."
   "meraba karıcııım. muck!"
   "ama.. ama.. niye öptün ya?!!"
   "kocalar karılarını öper ki, akıllım!"
   "ya yok istemiyom ben ya! hamile kalırım sonra.. geri al öpücüünü, geri al! ühüüü!"


- ne yani, yıldız denen şeyin hem suda hem de gökte olması mantıklı mı sizce? bence değil, küçükken de değildi zaten. bir şey ya yerdedir ya da gökte. bu mühim sorun küçük mefisto'nun gariban aklını kurcalar da kurcalar. ve sonunda inkar edilemez kesinlikte bir cevap bulur: kayan yıldızlar denize düşmekte, suya değer değmez de deniz yıldızına dönüşmektedirler. işte bu! evreka!!!


- holivud filmleri de saçmaydı bana göre. mesela uzaylılar genelde bize benzeyen, hep aynı ortalama tiplerdi. kendi kendime "ama beni asla kandıramazlar, tamam mı?! marslıların kafası yok ki bi kere.. amma da atıyorlar ha!" derdim izledikten sonra. nasıl psikopat bir hayal gücüyse artık..


hay allahım! şunları hatırladım ya, artık benden neden bi halt olamayacağını da öğrenmiş bulunmaktayım. gelecek adına kurduğum tüm hayallerimi hiç acımadan sildim, asla ama asla çocuk doğurmamaya yemin ettim. risk almaya değmez bi kere.. gendir çeker, belli mi olur?!

(bu mim'i artık yazmayan kalmadı sanırım. o yüzden kimseye paslamamaya karar verdim, affola.)





|