31 Ekim 2009 Cumartesi

metamorfoz

       insanlar arasında bir böcek olmanın ağırlığını en çok benimle alay ettiklerinde hissetmiştim. kolay değil, tekmili birden otuz iki dişini kahkahasına yayarak küçük dilini titreten bir surat, benim binlerce lens barındıran algımda bir anda parçalara bölünüp iç içe geçer, günümü kabusa çevirirdi. benim payıma neden işaretçi parmakların eşlikçisi keskin gülüşler düşerdi, hiç anlamazdım. kime çektiğim aile içinde büyük tartışmalar yaratmış olsa da, ben de iki insandan olma, birinden çıkma bir kurtçuktum nihayetinde. düştüğüm yeri beğendiğimden değildi dünyada kalışım. tekrar deliğime dönmek istedim de, annem kapatmıştı rahminin ağzını çoktan. bir gelen bir daha dönemez dediler, öylece kalakaldım.

        anneme ne vakit değse gözlerim, içim sızlardı. içindeydim ya bir vakit, ruhundaki yırtıkları ne acınası yamalarla örttüğünü görmüştüm ya.. gündüzleri temizlikle, yemekle geçerdi annemin. geceleri ise geçmezdi. tavana bakar, uykuyu kovalar, ruhunu tırmalardı. bir süre sonra bakmaz, bakamaz oldum yüzüne. babam da bakmazdı, zaten o kimseye bakmazdı. salt içerdi; eli kolu çarpardı sonra yüzümüze, oramıza buramıza.. morarırdık. merdivenden düştük derdik, kapıya çarptık derdik.. sakarlığı genlerimize has bir özellik belledik, yalanı perde ettik yaralarımıza. perdenin ardında elimizde pamuklar, bez parçaları; sürekli birbirimizi kollardık.

        babamın olmadığı vakitler dünyayı keşfe çıkardım. yalnızdım, soru soracak kimsem yoktu, tüm cevaplarımı kendim tasarladım. bir ahenksiz ses yumağıydı dünya. bizi tutan yerçekimi, sesleri tutmuyordu. boşlukta süzülüp duruyordu kelimeler. kimi burnumuza, kimi ağzımıza, kimi ciğerlerimize kaçıyordu rastgele. biz, yani toprağa değenler, rastgele konuşuyorduk. düşünmek gereksizdi, sorgulamak külliyen edepsizlik! her gelen bir kural koymuştu bunun için; kuralların içinde savruluyor, gideceğimiz yere varana dek sağa sola çarpıyorduk lastik top misali. kendi inşa ettiğimiz duvarların içinde hapistik. bir büyük, bir kocaman duvar ki, adına toplum diyorlardı. toplumun kıyısına yanaşıyor, öteyi görmeye çalışıyordum bazen. boyum yetmez, ayağımın altına koyduklarım yeterli gelmezdi hiçbir zaman.

        “bir küçük kurtçuksun sen, dedi annem, biz bile görmemişken ötesini toplumun, sen nasıl göreceksin? hem görme de zaten. orada ötekiler yaşar. ötekiler, yani toplum dışına ötelenmişler… ötesi yalnızlık, kimsesizlik…”

        bir türlü anlamazdım, kanatları olan insanlar neden ayaklarını kullanırlar? neden en kıymetlilerini bir tür anomali, haddinden fazla büyümüş bir tür ur, birlikte yaşamaya mecbur oldukları habis bir huy gibi peşlerinden sürükler de, lütuftan saymazlar? onlara inat, “ben büyüyünce..” hayalleri kurardım hep.

        … kanatlarım olacak,
        … duvarları aşacağım,
        … ötekileri arar bulurum belki,
        … sıkılırsam daha da öteye.

        aklıma düşen her cümle baştan ayağa sıtmaya koyardı bedenimi heyecandan. bunların hepsi günahtı bilirdim, dimağımda gezinen günahlarımdan gıdıklanır, keyfe gelirdim. tüm oyunlarımı duvarların önünde oynardım. gelen geçerdi yanımdan, işe yaramaz kırık bir şemsiye gibi sürüklediği kanatları geçerdi arkalarından. insanların aptallıklarına hınçlanırdım da, daha çok sayıklardım. ben büyüyünce, derdim hep, kanatlarım çıkınca..!

        kurtçuktum, büyüdüm; böcek oldum. bir türlü çıkmadı kanatlarım. geç gelişiyorum sandım, omuzlarımı kolladım günler geceler boyu. sonra sonra kabullendim sırtımın çıplaklığını, yürümeye alıştım. kırgındım, kırgın olmak hayatın normalidir sandım. yanım yörem bana benzemezlerle doluydu. ben, bana benzemezlere bir türlü kendimi sevdiremedim. en iyisi bile, tüm ıkınmalarına, kendini zorlamalarına karşın en fazla görmezden gelebilmişti beni. en kötülerinden ise mümkün mertebe kaçmış, kaçamadığım zamanlarda sırayla dayağa çekilmiştim. elinde pamuklarla yaralarımı saracak bir annem de yoktu üstelik; annem nicedir yoktu.

        elime tutuşturulmuş birbiriyle uyumsuz parçalardan ibaretti hayat. hangi kombinasyonu düşlesem, bir kompozisyon yaratamadım. kabul edilebilir bir cisme varıp insanların arasına karışamadım. ben de yürüdüm. susmayı zaten bilirdim, görünmezliği de yürürken uğradığım diyarlarda öğrendim. belki de asırlar süren meşakkatli seyahatlerde içgüdüsel bir suskunluğun, bir yarı-görünmezliğin esiri olarak toprağın yüzeyinde dolaştım durdum.

        bir gün bir masal dedesinden işittim ki, adına “tanrı” derler, bir ulu büyücü varmış. gücü her şeye kadir, keyfi her dileği gerçekleştirmeye muktedirmiş. insanlara kanatlarını veren de oymuş, lakin aptallıklarına, korkaklıklarına küsüp kaf dağına yerleşmiş. kaf dağı dediğin bir orada bir burada, keyfi nereyi mesken tutarsa orada! el öptüm, eteğe yüz sürdüm, kaf dağını nasıl yakalarım da tanrıya ulaşırım, diye sordum. neye benzediğini iyice bir belle, dedi de, başka bir şey demedi masal dedesi. neye benzediğimi mi? çok küçükken bir kez bakmıştım yeşil derime, o olmuştu son bakışım. kendimden başka her şeye baktım da, ikinci bir kez değmedi gözlerim suretime. lanetini üzerine giyenlerdendim ben, neden bakacaktım ki kendime?! duymamıştan, hiçbir şey olmamıştan gelmek istedim, lakin hiçbir şeyin gürültüsü iyice artıp kulak zarımı yırtınca gördüğüm ilk su birikintisine yanaşıp yıllardan sonra ilk kez baktım yüzüme. yeşildim. üst çenem kıskaçlı, duyargalarım uzundu. ama en çok gözlerim… arı kovanı misali binlerce küçük petekten mercekle donanmış iki büyük küreye benzer gözlerim… biraz daha yaklaştım gözlerime, biraz daha. derinliklerinde kendiliğinden ışıyan aydınlıklar vardı gözlerimin, kendiliğinden kapanan kapılar, taşan sular, kazılan mezarlar. içimdeki kara kalabalığı gördüm sonra, kalabalığın kaynaştığı mahşer gününü… giderek yükselen tiz bir notaydı zaman, kulaklarımı alarak akıyordu, ben gözlerime bakıyordum. asırlar süren yollar boyunca gördüklerim geçiyordu gözlerimden. yaprak gibi titriyordum. suretim değişti, uzadı, yeniden kısaldı. gözlerim giderek derinleşti, büyüdü, el uzattı, kendi içime çekildim.

        meğer kaf dağına giden yol gözlerimden geçermiş, içimdeki karanlıktan anladım. bu dünyaya ait olmayan zifiri karanlığı yararak ulaştı kulaklarıma bir ses:
 
"sen bir hiçsin, böcek!
seni hiçlikten yarattık. lakin hiçlik, iyidir. hiçlik, varlığın en saf halidir.
seni konuşanlardan kıldık, böcek! lakin tercihi sana bıraktık. susmayı seçenlere malum olsun ki, anlatmanın başka yolları da vardır.
insanları kanatlılardan, amma velakin seni omzu çıplaklardan kıldık, böcek! ve madem peşimizden buralara kadar geldin, içine evreni koyduğumuz kutlu karanlığa and olsun ki, uçmanın başka yolları da vardır.”

        kendime geldiğimde geceydi. düşerken suratıma bulaşan çamur kuruyup çatlamıştı çoktan. kaç gün geçmişti aradan, bilemedim. kalkmaya yeltenirken bir kitabın sertliğine değdi ellerim. her sayfasında zihnimi yakan bir ilahi cümle vardı. okudum. kitap bitti, kelimeler silindi, hikaye neydi unuttum. bir daha okudum, sonra bir daha. ve her seferinde unuttum! başa her dönüşümde dünyaya ve hayata dair bir şeyi de yazılanlarla birlikte unutuyordum. annemi, babamı, yediğim dayakları, sırıtkan dudakları, alayları, kuralları, toplum denen uçsuz bucaksız duvarı… giderek, okumayı bile unuttum.

        hay allah! adım neydi ki benim?

        gözlerimi kapattım. karanlığın gözkapaklarımın altına erişmesine izin verdim. ve birden ilk iki sayfayı anımsadım:

“deniz sezgisi edinmek istersen okyanusa bak,
dağ sezgisi edinmek istersen ağrıyan yerine bak!”

        gözkapaklarımın altında fısır fısırdı karanlığın nefesi: “senin adın yusufçuk, dedi bana, uç! uç! uç!”
sırtım çatladı ilk önce, biteviye derinleşen bir yarığa dönüştü bedenim. kendi içimde giderek genişleyen başka bir ben’dim. buruşuk ve ıslak kanatlarımla ben, kendi bedenimden boy verdim.
        benim adım, yusufçuk. hiçlik beni dölledi, ve ben, kendime yaşam verdim yeniden. kurallardan bağımsız, sıfatlardan azade, sıfıra erdiğim yerdeyim.       benim adım, yusufçuk. dünyayı uçarak tavaf etmekteyim!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

doğaçlama iyidir..